17 Nisan 2013 Çarşamba

AziZ Kırılış/ IV- Muhsin diye bir adam

At kurtul ondan. 15. yüzyılın bu en ünlü yazmasının bir kopyasını mı? Evet. Şaka yapıyorsun. Hayır! At ve kurtul ondan. Yak, bir yerde unut, kütüphanenin kapısına bırak. Kütüphanenin kapısı mı hahahaha cami avlusu gibi. Cami avlusu bile olur. Arapça yazılar ilgilerini çeker, korurlar…Uzaklaş ondan, kurtul. Uyuyamam. Nasıl yani tek gerekçe bu mu? Uyuyamazsın ama hiç değilse ölmemiş olursun.
Aslında gerçekten filmlerde olur böyle şeyler…En azından ben böyle düşünüyordum. Sabah evden çıkarken kapıdaki paspasın altına sıkıştırılmış kağıdın kenarını görünceye dek…beyaz, minik bir üçgen… 45derece olmalı, evet ama konumuz bu değil elbette! Neler yazabilirdi o kağıtta neler!…S. Dünyası’nda posta kutusunu kullanan yazar kahramanına “kim olduğunu” soruyordu. Kendini ve felsefe tarihini keşfe davet eden bu cümle örneği bir soru? Bir cevap? Evet! kesinlikle cevap istiyorum, soru sormasın kimse bana…ki bunu düşündüğüm günün saat 15:30’unda Muhsin diye bir adam beni aralıksız sorduğu iki sorunun idiotluğu ile sarsacaktı…İki soru… Aynı
kahveden “hüüüüpp…!” diye çekilen yudumların ardından; “Sahafı nereden tanıyorsun?” sorusuna; “Sahaftan” ...cevabımdan duyduğu memnuniyetsizliği anlatırcasına buruşturduğu yüzü ile (tam o anlarda midesi de ağrıyor olabilir, gastrit..tedavisi zor ve inatçı bir hastalıktır…uzun süre aç kalmamak, kahve ve sigarayı bu denli peş peşe içmemek gerekir-bana ne ya…bana ne…cidden aziz sana ne…sen bu işten nasıl yırtacaksın onu düşün…) Bak koçum bizim bu şehrin her yerinde gözümüz kulağımız vardır…Ölmek mi istiyorsun? “hayır…” “hüüüüüppp…!” Hah işte yine başlıyoruz… “Sahafı nereden tanıyorsun?” (…) , (….) Ölmek mi istiyorsun?
Muhsin; üzerinde: “Öğleden sonra 15:30’da yeşilçam’da muhsini bul, kulağı kesik, kime sorsan gösterir…” yazan notta bulmam gereken adam. Buldum çok şükür, zira kapınızın önüne bırakılmış bir nota “neden?” diye soramazsınız! Neden Muhsin’i bulayım? … Yer yer anlatıcı olduğum için bu hikayenin sonunda ölmediğimi düşündüğünüzü biliyorum. Hikaye nihayete ermeden ben böyle zannettiğim için nihayete ermiş gibi yazmış ve ölmüş de olabilirim… e o zaman da bu cümle beni… neyse yani hikaye asla sona ermez… ermedi de. Muhsin’le yaptığım anlaşmanın ne kadar akla uygun olduğunu bilmiyorum bunu daha sonra düşünmek ve mümkün olsa şu an sadece uzun uzun uyumak, uyandığımda latince dahil arapça ve farsçaya literer düzeyde hakim olmak istiyorum.
Bankanın ışıklı tabelası; akşamüstü son müşterilerinin paralarını cebe indirerek onları güvenli bir parasızlığa teslim eden banka çalışanlarının birer aziz olduğu hissini yaratıyordu Aziz’de. Değerli olanı değerlendiren, koruyan bir yer, sizin için saklayan bir yer… Sıra numarası almanız yeterli! … 512, tahmini bekleme süresi 7 dakika… Yedi dakika insan hayatı için pek de uzun sayılmayabilir. Öte yandan Tanrı’nın evreni 7 günde yarattığı düşünülürse çok da kısa olmayabilir… yedi dakika boyunca orada, dışarının vahşi kalabalığından yalıtılmış takriben 15 dakika sonra kapanacak olan bankanın ergonomi dumuru sandalyelerinde beklerken aziz ablasının oğluna hediye ettiği kumbarayı ve anahtarını bulan kadını düşünüyordu…du mu? Neden di’li geçmiş zaman ve üçüncü tekil? Olaylara dışardan bakma bu olmasa gerek… 15 dakika sonra kapanacak olan bankanın ergonomi dumuru sandalyelerinde beklerken ablamın oğluna hediye ettiğim kumbarayı ve anahtarımı bulan kadını düşünüyordum.
Yer yer bu hikayenin cidden dışında bir yerlerde evinde, ofisinde güvenli, rahat berjerinde kahvesini içen bir anlatıcı olmayı çok isterdim. Bir anlatıcı… Neden yazar demek istemiyorum bilmiyorum ama bir anlatıcı aslında hiçbir şeydir…Bunun kitle için yararından bahsetmeyiniz lütfen! Zira; ben bizzat anlatıcı açısından değerlendiriyorum bu durumu ve evet bir anlatıcı hiçbir şeydir… Hiçbir şey yaşamamıştır…Anlattıkları da orada burada alınmış notlar, tanık olunmuş kareler, işitilmiş laflar kadar uzak ve araktır… Ne kadar ayıp!... Ve evet şu an bir arakçı olmayı çok isterdim…
“Beyefendi….”…”Beyefendi”…ben olmalıyım…dönüyorum…yürüyüşümü ve düşüncelerimi kesintiye uğratıp dönüyorum…Aramızda 20-25 adım bulunan orta yaşlı bir kadın bana seslenirken aramızdaki uzaklığı kapatıyor..19,18,17, ….Anahtarınızı düşürdünüz…Saf ve pek belli olmayan bir şekilde seviniyorum, çok ama çok seviniyorum fakat; kadın bunu kesinlikle anlamıyor….Belli belirsiz bir sesle “Bir ses duymuştum” diyorum…Bu; orta yaşlı, daha önce hayatımın herhangi bir anında yüzlerce kez görmüş olabileceğim fakat; hiçbirinde bana böyle akıl vermesine neden olacak cesareti, tanışıklığı kendisine vermediğim bu kadın “Bakacaksın o zaman” diyerek muzaffer bir edayla önce aramızdaki uzaklığı eski konumuna getirerek sonra giderek uzaklaşıyor.. 23,24,25,26,27……..Kadına müthiş sinirleniyorum aslında fakat; bu da belli olmuyor. Öte yandan anahtarımı bulmuş olması, dahası bana anahtarımı verme isteği benim gözümde onu bu öfke halesinden kurtarıyor…
Buyrun. Bankacı kadının; beyaz bir gömleğin ve az önce ayağa kalktığında gördüğüm siyah pantolunun içinde kesinlikle görünmeyen, hatta olduğundan şüphe duyduğum, şaşırtıcı bir biçimde neredeyse yok denilecek sureti ile karşımda durup, küçücük ve üzerlerini işaret etmek istercesine boyadığı gözkapakları olmasa asla fark edilmeyecek gözleriyle gözümün içine içine bakarak uzattığı kağıt; sigorta poliçeleri ve kapsamları ile ilgili…Evet düşündüğünüz şey… Evet hımmm…Bunu ben de düşündüm…Yani sigortalatacağınız şeyin çalıntı olmaması gerekir değil mi? Diğer yandan bu yazma bir “buluntu” ve en başında düşündüğüm şey şu an da geçerli, onu bir müzeye teslim etmeliyim…Fakat onu bir müzeye teslim edersem Muhsin’in benden istediği ve benim de yaşamak istiyorsam yapmam gereken şeyi nasıl yapabilirim? Acaba gerçekten yaşamak istiyor muyum? Lanet olası o upuzun kalas mesai bitimine hepi topu birkaç saat kala o upuzun öğleden sonra, yapışkan bir sıcağın hüküm sürdüğü temmuz gününde tam da ben ören yerinden geçerken sırtıma, dahası sırtımı ortalayarak omuriliğime düşmeyebilirdi…Evet! ve o zaman bu yazma kesinlikle bende olmazdı. Çünkü; benim aylak aylak sahaflarda gezecek zamanım olmazdı…işler yoğun olur bizim dairede…e malumunuz İstanbul….yer gök kaçak yapı…bir de tarihi eserleri koruma mevzusu olunca…Tarihi eser…İşte bu yazmayı hayatta kalmaya çalışırken korumanın bir yolu olmalıydı…Bunun parayla bir ilgisi elbette yok, tuhaf bir yolla da olsa kayda alınmış olmasının iyi bir fikir…neyse…Bankacı kızın yüzünde göz farlarını takip ederek bulduğum küçücük gözlerinin içine bakıyor olduğumdan pek de emin olmayarak, gözlerimi biraz da kısarak aynı dikkat ve ciddiyetle bu küçücük gözlere bakarak poliçe evraklarını aldım…
devam edecek:)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder