18 Nisan 2013 Perşembe
17 Nisan 2013 Çarşamba
Bir görüşme
Müzenin bahçesindeyiz. Ben sorun yaratmam sizin için diyorum.evet böyle diyorum ben sorun yaratmam. Ağacın yapraklarının ışığı tam olarak perdelemeyen tarafındayım masanın ve plastik sandalyemi hafifçe hareket ettirip gölgede yer bulmaya çalışıyorum.tabi ki olmuyor..eşya küçücük bir devinimde ancak yerini korumaya mukavemet ediyor. Mukavemet. Neden direnç demiyorsunuz diye sormuştu gözlüklerini burnunun üstüne indirip kağıda uzun uzun bakarak. Neden direnç demiyorsunuz? Cevap vermeliyim. Çünkü bana akümülatörü çağrıştırıyor beraberinde sonra kablolar… seri bağlanmış elektrik devreleri bir anahtarlı, seri bağlanmış elektrik devreleri iki anahtarlı vs. vs. bakıyor yüzüme. Sinirleniyor. Söyledim işte. ve ben mukavemetle anlatmak istediğim şeyi anlatırken tüm bunların aklımdan geçmesini istemiyorum. Örneğin sırf akustiği hoşuma gittiği için kullandığım kelimeler vardır benim tamam bu kadar yeterli diyor. Çıkıyorum odadan. Sonuçlar asılıyor. Tabi ki geçemiyorum sınavdan.
Yüzüme bakıyorlar. Güneş inanılmaz sinirimi bozuyor. Biri gülümsüyor sürekli, diğeri ise sürekli endişeli. Gülümseyene bakmayı tercih ediyorum. Bir vücudun kalbi bu, aklı da endişe eden olmalı diyorum. Gülümsemeye çalışarak. Eğitiminiz oldukça iyi yine anlaşılan o ki alternatifleriniz de var neden burada çalışmak istiyorsunuz hem de bu konumda. Gazetenin eğitimli işsizler için çıkardığı gazetelerden edinmeliymişim normal ilan sayfaları kalifiye elemanlar için biraz sıkıntı yaratıyormuş… kahve içilir. gazete masaya serilir. İlanlara bakılır. ilan görülür, adres tahmin edilmeye çalışılarak ilan kopartılır. Dışarı çıkılır.Telefon edilir. Buraya gelinir ve cevap verilir. “Bu iş tam bana göre inanın!.. Ücreti masraflarımı karşılamaya yeter sayılır. Sizin için de uygunsa ben cidden çalışmak istiyorum”. Hayır nesi yanlış anlamıyorum. Düşünüyorlar. Düşünüyorum. Acaba acıyorlar mı şu an bana. Hayır. Niye acısınlar. Hem acısalar işe alırlar zaten. Acındırmalı mıyım kendimi. Acımak. Acınamayacak kadar özgüvenli duruş. Komedi . isterseniz biz sizi daha sonra arayalım diyor gülümseyen. İnanamıyorum bu kadar saat gülümseyip bunu söyleyen o oldu. Diğeri endişeli endişeli bakmaya devam etti gereksiz bir şekilde. Evet! Evrenin geri kalanı beni daha sonra arasın lütfen…arayacağını, arayabileceğini, büyük bir zevkle arayacaklarını söylesinler…ve benim lanet telefonum hiç ama hiç çalmasın e mi? Ve elbette burada oluşum sizin için bir lütuf fazlasıyla!!! ….. beyefendi? … aaaaa..anlıyorum vakit ayırdığınız için teşekkür ederim…
Ne? Bir de bu…senin sorunun ne biliyor musun oğlum sen fazla naziksin ve sanıyorum nezaketten ölmek üzeresin…ayıp olur şimdi, insanlar buralara kadar gelmiş ben iki seksen yatıyorum…çok ayıp olur diye mezardan mezardan, o lanet çukurdan sesleneceksin…biliyorum…ölüsün ölü…nezaketten kabalık olur diye ölemeyecek kadar ölüsün…kaşmir paltoyla ilgilenmediğini biliyorum…yüzüme bak…bu gidişle yalnızca tibette bir tapınağa kabul edilebilirsin sen…ton balık ve salata üzerine düşünen biri ile sohbet işe yarayabilir belki…belki iş arayan bir başkası ile..belki bir arkadaş? İyi bir fikir olabilir. Belki..yani çok gerekli değil…aslında ben…aslında sen kesinlikle az önce yerle bir ettin hiddetin gösterişli heykelini….şöyle bir gururla, hışımla kalkmak yerine masadan…bunu konu konuşmak istemiyorum…bunu konuşma zaten…
peki. peki nereden başlamalıyım?İlk kimi ısırmalı, kime kükremeliyim…öğretilmeli bunlar insanlara…içimdeki vahşi ile mücadele etmek sonsuz bir uyumun altın eşiğine mi getirdi beni? Kime faydası var… söyle bana kime bağırmalıyım…bu öyle bir şey değil. evet bunu yapmak istiyorum…böyle, bana benzeyen kiralık katil kahramanlar var biliyorsun… kahraman ama onlar…tamam bu bir detay ama varlar. Hem nasıl olur değil mi? Sen o kadar sofistike ve naif ol git adam öldür ondan sonra…nasıl di mi?
Bence başarının sırrı sonsuz zıtlıkta…uyumsuzluk ve çalkantıda… ödevlerimi her gün usulüne uygun yaptığım için beni kutlayan, kutsayan annemi lanetliyorum hey hat!!! Uyumsuzluk ve aykırılık coşkusu elinden alınmış, amansız bir empati manyaklığı ile sınanmış, kendisiyle savaşı kime karşı kaybettiği belirsiz bir şekilde kaybetmiş, mağarasının yasını tutan bir zavallıyım…hiç öyle olur mu? Hiç böyle olur mu? Olumsuz düşünceleri gönderin, iyi enerjiler vs….Maldorur’un şarkıları ile üstüme gelen bu gece şahidim olsun ki (tam da bir kahraman gibi) bir müze görevlisi namzetinden bir savaşçı yaratacağım ve kesinlike lanetli olacak bu…çocukken çok fazla çizgi film falan mı seyrettin…çok mu yalnızdın…hayır! Çok fazla tv izlemenin bütün zararlarını öğrenmiş, “kardeşler”i ile -ki bunlar yolda belde gördüğün her çocuğa annelerin verdiği yapay sevgi ismidir –her şeyini paylaşmış bir çocuktum. Ancak bu gece bu işe 7 yıl önce taşındığım bu sokaktan başlayacağım ve kesinlikle birinin beni işe alması gerekmeyecek…ne mesela? ne geçiyor aklından? ne mi? Örneğin ilk iş odama bakan sokaktaki marketin yeşil neon tabelasını indireceğim yere…tabela mı? Küçümseme. Bu benim kişisel ilk başkaldırım olacak yerleşik estetik anlayışına…hahahaha bu çok komik işte hahaha…oğlum böyle konuşan bir adamı kimse ciddiye almaz…önemli olan bu değil. Ne yani ciddiye alınmak istemiyor musun? Olmasa da olur…öyleyse bu şu anki halin demek olur zira şu an kimsenin seni ciddiye aldığını söyleyemeyiz…sağol ya…rica ederim. Ve o zaman şikayet etmen de gereksiz…hımmm. Haklı olabilirsin…yani…yani…evet. haklısın…(kutsal analitik zeka) hıhı… dur bir saniye…
- bir gazete verir misiniz (aslında bir gazete versene demeyi isteyerek) hani şu iş ilanlarının ekte verildiği…
SÖZCÜK EVİ VIII/Koridor 46/ 71.Oda DÜŞLERİN TAHTA ATI
La Sybille’i beklerken, burada, Cortazarla birlikte Paris’in orta yerinde, cebimizde göçmen oluşumuz dışında birkaç bozuk para, bir iki jeton ve sümüklü, lekeli, buruşmuş, muhakkak daha önce kullanılmış peçetelerimizle yeniden henüz akan burnumuzu sileriz, hava soğuk olmalı..Sek sek bir Tibet yolculuğu içimizde…gelecek olmalı La Sybille’i Cortazar’ın, A. İlhan’ın Belma Sebil’i ile birlikte…Seni ben Kallavi sokağında gördüm diyor şair…şair olmanın evreni katlanılır ve gerçeküstü bir yer kılma becerisi üzerine yapılan sohbete küçük bir grup katılımcı eşlik ediyor….Düşler diyor incecik, herhangi bir şeyin buğusu, tütsüsü gibi bir kadın; düşler tahtadan yapılmış bir attır diyor…sizi eğlendirir, oyalar, heyecanlandırır, zamandan ve mekandan kopartır ancak bir yere götüremez…Bu konuda çalışmalarımız devam ediyor diyor kesinlikle bir şairden çok fizikçi edası olan bir adam…gözlük çerçeveleri kemikten….evrenin ilk gününden beri burada, bu odadaymış gibi emin kendisinden ve varlığının izafiyetinden bu odanın…Buğu hanım tırnaklarına bakarak konuşmasını sürdürüyor..iki elini birbiri içinden geçirmek suretiyle tek el yapmış, on parmaklı ve on parmağa ait on tırnaklı bir ele bakarak….hıh…düşlere sahip olamazsınız, sadece içlerinde ikame edersiniz diyor…tabi bu yer değiştirmeye ilerleme diyecekseniz o başka diyerek fizikçi görünümlü şairin doğrudan gözlerine bakıyor…Cortazar, taşı bir sonraki kareye itelemekte…Ansızın “ya siz?” diye soruyor Buğu hanım…Burada hiçbir şey düşünmeden la sybille’i bekliyorum, eşlik ediyorum Cortazar’a desem sanırım yeterince nazik olmayacak zira bu sohbetin ne zaman başladığını bile bilmiyorum…kapı aralıktı Cortazar koşarak içeri dalınca onu burada bulabileceğimizi düşündük…düşündüm…sanırım yok. Ama gelecek…olmalı..La Sybille gelinceye kadar sek sekte gökyüzü hanesini bulur Cortazar beni sinir eden umursamazlığı ile…
Ya siz? Ne düşünüyorsunuz düşler hakkında? Ben torbadan çekilen kelimeleri seviyorum..koşulsuz ellerimizde duran…oyuncu ve çağrışımlı…bana istediğini yaptırmayan, istediklerimi kesinlikle yapmayan, kendi doğası, tınısı ile evrilen…tesadüfi ve umulmadığı kadar anlamlı sözcükleri seviyorum. Buğu hanımın ilgisini çekmiş olmalı ki cüceler minik bir çuha çuvalla yanımızda beliriyor… Şair tedirgin…kontrol biçimin vazgeçilmezidir diyor…Üzerinde çalışmalı, etüd etmeli diyor.. Buğu hanım ilk çektiği sözcüğe hayran hayran bakıyor…”kabuk” nedir diye soruyor… Tenimizdir ve bizim bir mandalina ile olan ortak yanlarımızdan biridir diyorum…
Peki; bugün hikaye nerededir?
Bunu çok önemsiyordum. Bana uzattığı parayı tuttuğu eliyle mi yoksa diğeriyle mi hapşırığını perdelediğini önemsiyordum. Merak mı demeli? Her neyse evet merak ediyordum…için için…üstelik parayı itiraz etmeksizin alıp şoföre uzatmıştım bile…elimi, bana ait olmayan, hatta vücuduma uyumlu olmayan, sonradan idareten takılmış protez bir parça gibi izliyor dirsekten ve bilekten kırılmış gibi mümkün olduğunca kendimden uzak tutarken bu durumu elbette oldukça abartıyordum… abartı? Evet bunu yaparım..bir yaşam biçimi olarak oldukça doğulu bir anlayış ve anlatı biçimi olduğunu düşündüğümü de eklemeliyim. Böyle sıradan, bir öncekinden belki sadece tükürüğe bulanmamış bir elin farkı ve neredeyse anlamsız ayrıntısı ile ayrılmış günün telaşı, kaygısı, beklentisi… Saate bakarken çoklukla düşünülesi şeylerin de aynı olduğunu söyleyebilirim. Peki, o zaman hikâye nerededir? Bir kış mevsimine ait herhangi bir günün nemli, soğuk ve karanlık fonunda hikaye; benim elimden şu an derhal kurtulmak isteyişim olabilir mi? Peki abartı, kabul e ne yani üstüme mi sileyim..hiç tanımadığım birinden bir peçete istemenin bir yararı olabilir mi? Ya da hemen arkamı dönüp madem az önce hapşırıp bana paranızı uzattınız o halde bir peçeteyi sizden istememin mahsuru yoktur herhalde diye sorduğumda sesine bakılırsa üniversite yıllarında olabilecek ancak parayı uzatırkenki edasından eğitimini kesinlikle yarıda bıraktığı izlenimine kapıldığım bu genç kızın hayretle ve bir an için kurduğum cümleyi kesinlikle anlamamış ve öfkeyle fal taşı olmuş gözlerine bakmak istemediğimi düşünüp vazgeçtim…
Hikayenin devamında dolmuş ilerler, inmem gereken durağa gelir, ben inerim, nereye gideceksem gider, bu arada her zaman nasıl karşıdan karşıya geçer, hangi kritik noktalarda başımı kış günleri genellikle siper ettiğim ceketimin yakasından kaldırmam gerekirse kaldırır, hayli miyop gözlerimi kısar bir süre bakınır bir araç tarafından ezilme tehlikesini muazzam bir ustalık ve alışkanlıkla def edip yola,yoluma, yolumuza, tüm kahramanların yoluna devam ederim..bu soğukta mutlak girecek bir mekan bulur, saate bakılırsa işe giderim…fon değişir…gürültüler, gürültüler, kırmızı ışıklar, bugün yağmurlu olan hava, şemsiye falan…elimi yıkamalıyım…elimi yıkarım nihayetinde…ve kahraman ellerini yıkar…kim bununla ilgilensin ki? Üstelik yazılıyor olması durumu daha da obsesif kılacaktır…diğer yandan yeryüzünde yazılı yüzlerce hikaye sadece detaydır..detaylardan inşa edilmiştir…ki hala gözlerimin rengini, boyumu, kilomu, yaşımı, , ne iş yaptığımı , dolmuşun gittiği istikameti falan bilmiyorsanız hikayemin hala büyük bir gizem taşıdığını söyleyebilirim…
Gizemi bilmem ama “hikaye” sıradandır ve sanıldığı gibi her dakika, değişen her fonda başa gelen, gelecek olan şeyin yaşamın sıradanlığı ile pek bir ilişkisi yoktur…büyük olayların fantastik evreni olabilecek ve hemen az sonra gireceğim metro tünelinde hayli uzun boylu, bu haliyle rus ajanlarını hatırlatan Türkçesine bakılırsa ülkeye henüz giriş yapmış olması olası olan kadının bana sadece taksim-gezi istikametini sormak yerine “beni takip et” dediğini varsayalım…açıkça söylüyorum, takip etmem…yani siz de kadın karşı koyulamayacak denli güzel değilse sanıyorum takip etmezsiniz…işte hikayelerde kahraman, bu emir cümlesine soru sormadan karşılık veren kişidir…ve kuvvetle muhtemel hikayenin bir çok noktasında başını taşlara vurup, saçını başını yolup düştüğü bu kaotik ve yine kuvvetle muhtemel gittikçe sarpa saran hikayede ne işi olduğunu kendisine soran ve okuyucuda bir parça olsun kendi karmaşasına acıma ve saygıyla karışık bir duygu oluşturma isteği duyan kişidir.
Oysa böyle olmaz..Beni takip et diyen ve bu emir cümlesini kurarken anın gizemli ve muhtemel tehlikeli havasını karşısındakine hissettirmeye çalışan bu kadını taksim metrosunda kimse takip etmez…yani bunu söylemesine gerek kalmadan onu takip edecek insanların varlığını kabul etmeli ama birincisi bunun için onun beresini ve upuzun paltosunu kesinlikle çıkartması gerekir.. buna rağmen ikincisi böyle bir takip sürekli olmayacaktır…kahraman namzeti kadını takip eder ve hikayenin bir yerinde yeter buraya kadar derse bile yine de bu etkili bir vazgeçiş değildir…hikayeye mutlaka, direkt ya da en kestirme yolla geri dönecektir…anımsamaya çalışın çin restoranındaki arbededen sonra “buraya kadar, artık yeter bu hikayede can güvenliğim kesinlikle kalmadı, polisin de işin (!) içinde olduğunu umursamadan polisi arayıp evime döndüm, sonra ne olduğunu bilmiyorum” diyen bir kahraman okudunuz mu? Elbette hayır buna mukabil saatine bakan telaşlı bir tavşanı Takip etmeye Alice’i sürükleyen şey neyse Neo’nun Trinity’i takip etmesini sağlayan şey ya da etki aynıdır…Trinity “beyaz tavşanı takip et” mesajında fantastik bir gizem üstlenircesine beyaz bir tavşan olarak eğretilenirken alice’in tavşanı da sinirli, aceleci ve dakik olma konusunda hayli obsesif bir kişi eğretilemesindedir… her ikisinde de takipi fantastik bir varlık ya da fantastik olması olası bir gizem sürekli kılar. Yeni Hayat’ta Osman’ın Canan’ı takipi de gizemli bir ortadan yok oluş hikayesi ile başlar...
Peki; bugün hikaye nerededir? Bugünün bir hikayesi yazılacak olsa öyle sıradan, öyle sade olacaktır ki!...fakat bir de görünmeyen var..Aklımdan geçenler, kahramanın(!) düşündükleri…Joyce’un yazı evreni “ünlü ve bir o kadar ününü sıradan bir günün anlatısından alan Ulysses’i…Aklımdan geçenleri paylaşıp çağrışımlarımın da yardımıyla bugünü sıradanlığı ile taçlandırma fikri…içsıkıntısını hafifletir mi peki? Hayır büyük olasılıkla işe yaramayacaktır… her koşulda geride kalacak olan; yüzlerce sayfa sonra son cümlesinin bile ardından kahramanının aklından geçenleri artık duymamaya çalışan yazarın içsıkıntısı olacaktır, oluyor…kuvvetle muhtemel…
YERBÖCEK X
………..9876
Kapıyı iyi giyimli bir kadın açtı bize. Evde yoktun çünkü ışıklar yanıyordu hem de
Hepsi…
Mutfaktan reçel kokusu geliyordu…(YERBÖCEK sonraları vişne kokusu
olduğunu söyleyecekti duyumsadığımızın.)
Kadına seni sormadım, kadın bize hiç gülümsemedi.
Lunaparktan çaldığımız çarpışan otoyla o kenti terk ettik. …
YERBÖCEK içindeki ilk cini o vakitler düşürmüştü bir mevsimden diğerine uzarken
Zaten rüyalarımız eksilmese ikimiz de fark etmeyecektik.
CESEDİN BAGAJDA ŞARKI SÖYLEDİĞİNİ İLK DUYDUĞUMUZDA ÖLDÜĞÜMÜZÜ DÜŞÜNDÜK
VE BU BÜYÜK BİR HUZURDU.
Büyük naylon torbalarda ağzı sıkı sıkıya bağlanmış gülüşler bekliyordu az ilerdeki çöp bidonlarının yanında. Bir çöpçü değse ölecekti. Patlamaya hazır, pimi çekilecek gülüşlerdi. Bagajdaki ceset git gide sinirimizi bozuyordu. Zaten seni bulamamıştım ve sol gözüm sürekli kanıyordu. YERBÖCEK sürekli içiyor içtikçe daha çok arabaya çarpıyordu. Lunaparktan çalınan çarpışan oto hayatımızın bir lunapark olduğuna inanmıyordu.
Her kent girişinde biraz daha terleyen CESET ŞARKI SÖYLEMEYİ BIRAKIP AJANS HABERLERİNE GEÇTİ…
………ölü sayısı artıyor
Görevlilerin kimlik tespit çalışmaları ise aralıksız devam ediyor.
AVCUMDAKİ KELEBEK ÖLDÜ YERBÖCEK…….
Kent girişlerinde kimlik kontrollerimiz yapılırken sürekli içiyorduk aslında bunda bir sorun yoktu fakat görevli sürekli uykusunu yüzümüze bulaşltırıyordu ve biz kan kokuyorduk bu yüzden. Bizi ve bagajdaki cesedi ele verecek olan buydu. Görevli, şişman, sivilceli ve karbon kağıdından yapılmış çocuklarını anlatırken YERBÖCEK bir diğer cini düşürmüştü o vakitler. Görevli ayakkabılarımıza dikmişti gözlerini…
Evet! İzlemiştik o filmi çünkü afişini çok beğenmiştik ayrıca sinemada ölenler hakkında hiçbir şey bilmiyorduk. Arka koltukların birinde bırakılan kurşun askerle de bir ilgimiz yoktu. Zaten YERBÖCEK başını omzuma dayamıştı bu yüzden ileri derece miyoptuk. Kimseyi kandırmıyorduk. Ayrıca kilisedeki İsa tasvirinin yüzüne o bıyığı çizenler de biz değildik. Ama tüm bunlar neden soruluyordu üstelik gölge boylarımız daha fazla kısalmadan gidecek bir gece düşü bulmalıydık kendimize. Görevliye üzerinde gergedan resimleri olan bir takvim hediye ettik ve biz hızla olay yerini ve anını terk edip bize sorulanları dişlerimizin arasında çiğnerken takvimin yıllar öncesine ait olduğunu çok sonra fark edecekti ters dönüp düzünü unutmuş ve cengaverlik masallarıyla büyümüş o adam…
Uzun bir yolculuktan arta kalan kirli çoraplarımızı otobüs şoförüne verdik ve o bunu kirli, kötü kokulu bir düş sandı…
BİR MERYEM TASVİRİ ÖNÜNDE GÖZLÜK CAMLARINI PARLATMIŞTIN, BUNU BÖYLE ANIMSIYORUM ŞİMDİ…
SAVANA'DA İKİ KADEH TEKİLA

Orada öylece durup bu masalsı vahşilikteki kadının tanımadığım ama başlangıçta öykümün kahramanı olduğunu düşündüğüm bu adamı incitmesini hatta aşağılamasını izlemeyebilirdim. Peki ne yapabilirdim? “Hey yandaki çifte benden iki tekila ver kadınınkine arsenik koy” mu demeliydim bardaki uysal çocuğa? ki kesinlikle cinayet işleyebilecek biri gibi görünmeyen hatta suça yardım ve yataklık fikriyle bile düşüp bayılabilecek bu çocuğa!
Peki, o bu denli saf, uysal ya ben? Ben bu denli kötü müyüm? Hiç tanımadığım bir kadını adamcağızın kırılan kalbinin sesi buralara kadar geliyor diye öldürebilecek kadar kötü ama bu durum hayli beni de üzmüş olacak ki bi o kadar da ince ruhlu muyum? Ruhu bilemem ama evet kötü biriyim ben…ıslah edilemez kötülükte biriyim… 12 yaşımda azılı bir haydut muamelesi gördüğüm mahallemizde küçük bir gönül hikayesi ile içimde uyuyan gizli şairi de keşfetmiş kötü bir şair kadar kötü biriyim. Adam için üzülüyor muyum? Sanmam. Sanki sinirimi bozuyor bu durum, eşit-denk güçlerde birbirlerine saldırsalar bi içki de bardaki çocuğa ısmarlayıp keyifle tütün takviyesi yapacağım, eğleneceğim açıktan açığa fakat adamın sessiz, güçsüz ve insanda çocukluğuna dönme gibi histerik bir freudcu tat bırakan bu mülayim edası buna mukabil kadının belli ki her hafta kuaförlerde bu ve benzeri savaşlarda tehditkar hareketlerde bulunmak hatta gerektiğinde saldırmak için törpülettiği tırnakları, adama söylediği kötü sözlerin içindeki en kötüler için boynunu iyice kısıp omuzları arasında gizleyerek sözüm ona hani biraz lafını sakındığı gibi sahtelik kokan ve kesinlikle duygu içermeyen tavrı sinirimi bozuyor…
Bir hamle de bu kaplanın karşısında kasabın kedisi gibi kalan bu adamcıktan beklemek nafile olacak. Neler mi konuşuyorlar? Ne önemi var…şimdi; faturasını iki gün geç yatırsa operatördeki kadın sesinin fatura ikazına bile kalbi kırılacak bu adamın bu kadınla bu savaştan nasıl sağ çıkması beklenebilir ki. İmkansız… aslında, içkimi yenilerken bu cinayetten uzak uysal çocuk kesin kanaatim şu oldu…bence kadın da göründüğü kadar güçlü değil..ölmeyi hak ettiği kesin fakat kesinlikle göründüğü kadar güçlü değil. Gücünü adamcağızın ince mizacından alıyor…güzelliği görece, çakma sarı saçları, küçük ama oraya buraya süzüp zaman içinda baygın baygın bakmayı öğrettiği birbirine yakın gözleri ile eğer adam saçsız ve biraz yuvarlak olmaktan mutsuzsa onun için harikulade olabilecek bu kadın öyle sanıyorum ki hayatındaki tüm kırgınlıkların hesabını bir seferde bu adamcağıza ödetip kuş gibi hafifleyerek çıkacaktı buradan…arsenik dışında başka bir şey düşünemezsem tabi. “Yan masadaki kadını nasıl öldüreceğinizi mi merak ediyorsunuz, 80 dakikada gününü gösterme dersleri…mantığa giriş” isimli bir cep kitabına duyduğum yoğun ihtiyaç karşısında kendimi hayrete düşmüş hissediyorum…
Peki, bir düşünelim araya giremeyeceğim denli uzaktalar, yakın olsalardı da istemezdim araya girmeyi zira bana ne değil mi? Sadece sinirimi bozduğunu söyleyerek kadına adama bir şeyler ikram etmek bir erkek olarak beni zor durumda bırakırdı. Oluruna bırakmak, tanık olmak gerekli elbet…öte yandan ya birazdan ben yerimden öfkeli bir yunan tanrısı gibi gazapla kalkıp bu kadını silkeleyeceğim ya da adamcağız içli sesler çıkararak yok olup atmosfere karışacak…ama hayatım, bi saniye ıg bıg…sonra aydınlandım, tabiat bana lütfunu sundu, kaçıncı kadehten sonra bilmiyorum ama olması gerektiği gibi güçlü(!) olana yakın hissettim kendimi…bu şekilde bu sürünün ilerleyişini yavaşlatırsın adamım…burada kalıp bir başka yırtıcının seni yemesini hüzünlü gözlerle beklemelisin ya da daha fazla enerji ve göçe devam edebilmek için biz seni yemeliyiz! Öyle ya da böyle kadın tüylerini parlatıp, haftada en az iki kez gittiği spor salonu, yediği sağlıklı yiyecekler, kozmetiği için avlanan canlılara hiç üzülmeksizin boyadığı ve insanda savaş öncesi ritüeli tadı bırakan yüzüyle bunca kadeh sonra ve eğer arsenikle onu ben öldüremiyorsam yaşamayı daha çok hak ediyor…zaten çok az bir zaman sonra adamı yiyerek, kazandığı enerjiyle sürüsü ile birlikte pırıl pırıl tüyleri ve güçlü kasları ile göçe devam edeceğine yemin edebilirdim…
Bu denli zayıf ve belki hassas yetişmiş, hayatı boyunca her şeyi zamanında yapmış, yapma denilen hiçbir şeyi yapmamış bu adama duyduğum öfkeyi fark ettim…bakıyorum üzgün mü? o bile değil sadece kadının her hamlesi ile biraz daha içeriye çöken bir çukur gibi…derinliğe oranla sanki sesten de uzaklaşıyor…aniden kadının öfkesinin de nihayetinde benim de fark ettiğim bu atıl duruştan kaynaklandığını düşünüp saatime bakıyorum…ansızın sıcak bir keyif yokluyor içimi….şimdi bir kadeh daha ısmarlayıp kendime bu vahşi yaşam anının gerçekliğinden, berraklığından hayran olmuş bir şekilde izleyebilirim dişinin sürüdeki bu zayıf canlıyı yok edişini…böyle olmaz mı? Kendi gerekçeleriyle hasmı olan canlıyı parçaladıktan sonra bir canlının sıcak kanlı ağzını anımsatır gibi kırmızıya boyadığı dudaklarını alır gider. Adam mı? Kötü biri olmadığını ancak savaşın adaletle bir ilgisinin olmadığını, hasmın gücünün denkliği gibi saçmalıkların eğer kahraman(!) olmak istiyorsanız bir önemi olduğunu, kazanmak için gücün ve stratejinin ve elbette şansın gerekli olduğunu, iyi ve güçlü olmanın kaynaklarının neler olabileceğini düşünüyorum…sadece müthiş sinir bozucu hepsi bu.
Ten ve İz/ belki yürümek pekiştirilen bir iz bırakma eylemidir gezegene...
"Yürüyüşçünün kırılganlığı fetih ya da küçümsemeden çok temkinli olmaya ya da ötekine açılmaya iter. Kesin olan şu ki yürüyen insan genellikle otomobil kullanan ya da trene veya uçağa binen biri gibi kibirli olmaz çünkü attığı her adımda dünyanın acımasızlığını ve yolda rastladığı insanlarla dostça uzlaşma gerekliliğini hissederek asla insan olduğunu unutmaz. Yürümek benmerkezcilikten uzaklaştırır ve insanı kırılganlığına ve gücüne götüren sınırlar içinde dünyayı yeniler. Olağanüstü bir antropolojik etkinliktir çünkü insanda sürekli anlama, dünyanın yapısı içinde yerini bulma, başkalarıyla olan bağını sorgulama kaygısı uyandırır. "Sabitfikir dergisinin ekim ayı sayısında Küçük İskender David Le Breton'un Ten ve iz kitabından alıntılamış.
Tam da böyle olur yürürken, tam da bunları hissederim, bir kırılır, bir içedöner, bir hayrete düşer, bir adımda şaşılacak denli büyür, bir sonraki adımda küçücük olurum...ince ve kalın, mat ve parlak...sesli ve sessiz, cesur ve korkak, düşünceli ve uyanık...tam da böyle olur...hiç yorulmadan varsa bir sonu çitlerle çevrelenmiş bu gezegenin oraya ulaşıp bir kahve içebileceğimi düşünecek denli çok severim yürümeyi... ve bence yürümek...kırılgan bir cesaret eylemidir..incecik, porselen gerginliğinde ve zarafetinde....yalnız ayrı, Gökyüzüm'le ayrı güzeldir...
Aziz Kırılış / V- Biraz Zaman
"Dostum Areius, yukarıdaki dört makalede yağlar, baharatlar,
ağaçların meyveleri, bakliyat, kökler, usareler ve tohumlardan
bahsettim. Bu makalemde ise çeşitli şaraplardan ve madeni
ilaçlardan bahsedeceğim." (De Materia Medica- Kitiibü'l-Haşayiş beşinci makale)
Muhsinle yaptığımız(!) daha doğrusu Muhsin’in benimle yaptığı, benim de kabul etmek durumunda kaldığım anlaşmaya göre ben kitabın sırlarına erecek(!), kitabı değilse de mutlaka sırlarını, karışımlar ve droplardan oluşan tarifler gereği iksirlerle birlikte Muhsin'e verecek, Muhsin de beni köşe bucak aradıklarından, ilk fırsatta yazmayı elimden alıp beni hastaneye postalayacaklarından şüphe duymadığım adamlardan koruyacaktı(!) bu anlaşma doğası gereği bazı çelişkiler içeriyor, birincisi ben eczacı değilim, “eczacı kolay, hüüüpppp,” ikincisi Muhsin’i de en az beni tehdit eden ve muhtemelen sahaf’ın ölümüne neden olan adamlar kadar tanımıyorum. Öte yandan Muhsin en azından daha barışçıl(!) çözümler sunarak teklifini kabul etmezsem garanti öldürüleceğimin altını çiziyor..oh..kendimi daha iyi hissediyorum…Eh sen bize göre mürekkep yalamış sayılırsın koçum…kitap ve sırlarına ilişkin hiçbir şey bilmiyorum aslında..yani çok az şey biliyorum…teklifi kabul ettim ve karşılığında Muhsin’den biraz zaman istedim. Biraz zaman! Ne garip daha günler öncesi evde dilediğim aylaklıkta uzanıp kitap okurken, amaçsız gezinip, hava tahmin raporu üzerine kafa yoracak kadar vakit bulurken…bugün…bugün hiç tanımadığım bir adamdan biraz zaman istiyorum… bana biraz zaman verebilir misiniz? Ya da vermelisiniz ya da verseniz iyi olur…sonuçta; Muhsin bence onur kırıcı ve üzücü bu talebi görüşmemiz boyunca yenilenen altıncı fincan kahvesinin höpürtüleri arasında gözlerini kısıp, başını kırkbeş derece kalbine doğru eğerek insanda kalender bir adam olduğu izlenimi verecek şekilde kabul etti… etti mi? Etti sanırım…yine de pis bir şey var bu adamda…bıyıkları olabilir mi?
Muhsin; birçok kadim hikayedeki celladım benim…birçok hikayenin azraili olarak tasvir edilen… Bilmiyorum… aslında sormak istediğim fakat cevaplarını öğrenmemin hikayenin seyrinde herhangi müspi ya da menfi bir değişikliğe neden olmayacak sorularım vardı…hala var aslında…beni nereden buldunuz, sahafı tanıyor muydunuz, o adamlar kim? Tahmin edilebileceği gibi sormadım bunları…beni gerçekten nasıl bulmuşlardı? Herkes beni sahiden nasıl buluyordu? Cevaplarının hiçbir işime yaramayacağından emin olduğum soruları bir kenara bırakıp plan yaptım. İşte şimdi kendimi gerçekten gerçek bir kahraman gibi hissediyorum. Bir kahramanın olmazsa olmazlarının sıralandığı listenin bir maddesi de –plan yapar, olmalı..plan yapar ve karar verir bir kahraman. Süleymaniye Kütüphanesi’ne gitmeye karar veriyorum.
devam edecek:)
UZUN SAVAN GECESİNDE GEYİĞİN NİŞBU’YA GÖSTERDİĞİ YOLUN GİZEMLERİ ÜZERİNE KISA BİR HİKAYE:
…..”Geyiğin gözleri pırıl pırıl gecede
…..İmdat ateşleri gibi ürkek telaşlı
…..Sultan hançerIeri gibi ayışığında
…..Bir yanında üstüste üstüste kayalar
…..Öbür yanında ben.” - Turgut Uyar-
Peki, aslında bu sarı çizgilerin fon oluşturduğu geyik desenli kazaktan daha çok sevdiğim şeylerin de varlığını başlangıçta kabul edersem sanırım sorun kalmayacak. Ayakkabı kutusu içinde tırtıl yetiştirip(!)besleyen bir arkadaşı vardı ablamın ve ben onun yani o kızın adını sanını hatırlatamazken oturduğu evi, evin önündeki palamut ağacını, o evin ve ağacın bulunduğu sokağın sonundaki fırını hatırlıyorum ve bütün bunları çok seviyorum…Nesnenin insan ruhunu ele geçirebilecek bir sihri olduğunu kesin olarak hissettiğim o günden beri yalnızca evde eski replikleri okuyup, kazağımın kollarıyla sarılıp kendime geleni geçeni falan seyrediyorum günlerdir…karanlıkta üzerindeki sarı çizgilerin parladığına yemin bile edebilirim. Onu giydiğim zaman kendimi, güçlü, gösterişli, bilge ve sıcacık bir hayvan gibi hissediyorum… Karşı konulamaz bir şekilde bir geyiğe tamamlandığımı hissediyorum… bazen…bazen…geyikler ıslak burunları ve sıcak nefesleriyle odama doluştuğunda çam ağacımı yılbaşından bugün itibari ile iki ay geçmiş olmasına rağmen toplamamış oluşuma seviniyorum…Aslında değişik duygu durumlarının, derin duygu durumlarının değişik takıntılarda tezahür ettiğini söyleyen bir adamı dinlemiştim bir vakitler ve o zaman yemin ederim daha gençtim, takıntı benim için bir varoluş biçimiydi…şimdi daha kararlı ve seçiciyim… Bu kazak! O kadar! Havanın soğuk oluşuyla bu tutku arasında bir bağ olmadığını Nihal’e anlatmayı tam 3,5 saat denedikten sonra karşımda kesintisiz şüpheci ve tırnaklarını yiyen bu kadına herhangi bir şey ispat etmek zorunda olmadığıma karar verip onu pek fazla sevmediğimi yani görmesem de olabileceğimi düşünüp pazar günü yeni bir oyunu izlemek için sözleşerek ayrılırken yanından, elbette sahtekar biri olduğumu biliyordum.
Öyle özel bir şey sayılmaz… Yani sanıldığı gibi değeri ona biçilen maddi değerden falan gelmiyor benim için… Nehrin kıyısındaki pazardan aldığım ikinci el bir giysi… Hatta onu bir başkasına hediye etmeyi daha alırken düşünüyordum… ta ki geyiğin gözlerinin anlaşılması güç bir şekilde bana baktığını, gözlerime, oradan kalbime, kalbimin içinde çok derin ve temiz bir şeye baktığını fark edinceye kadar… Havanın soğukluğu ile bir ilgisi yok Nihal, sen tam bir sabit taşkafalı olmalısın zira onu giymediğim zamanlarda izliyorum… Bir kazağı giyiyor ve kendini bir geyik gibi hissediyorsun, giymediğin zamanlarda da onu izliyorsun ve ona neredeyse tutku duyuyorsun öyle mi? Bu çok saçma! Hıh… Onu özenle çalışma masamın sandalyesine giydiriyorum üzerinde üç tane geyik var aslında ve tanrım Degas’ın balerinlerini anımsatıyorlar bana işte çılgın bir akıl tutulmasında… Onlar kadar zarif ve ne yaptığının ya da kim ve ne olduğunun farkındalar. Geyiklerin ikisi fonda sarı çizgilerle grafik bir görüntüye tamamlanırken en önde ve gözlerime bakanı ve onun gerçekliğini vurguluyorlar işte… Gözlerime bakmayı da nereden biliyor? Ay ışığında pırıl pırıl boynuzları ile heykel gibi duruşları gecede… Lirik ve görülesi…Birkaç kişinin nezaketen aaa sahiden ne hoşlar di mi diye sormasının ve sorumu soruyla onaylamak gibi saçma bir eyleme girişmesinin, hayırdır ooğlum hatun aldattı falan mı? Demesinin dışında kimsenin bu tuhaf beğeni ve ilişkiden bir bok anlamadığını açıkça söyleyebilirim…
Aslında eskiden ben de anlamıyordum… Bu kadar, aslına bakılırsa o kadar da duygulu biri sayılmam… Şans oyunları oynar, takım tutarım ve kaybedince genelde bir şey hissetmem aslında…Çocukken evde çıkan bütün çocuk savaşlarında geride yaralı bıraktığım kardeşlerimin arasından muzaffer bir edayla geçerek süt ve kurabiye ile zaferimi kutlamak için mutfağa giderken de hiçbir üzüntü hissetmediğime yemin edebilirim…Ben sütü hazırlayıp kurabiye için uygun tabak ararken mutfak yolundaki koridorda atlarını kaybetmiş, zırhları delinmiş ve kesinlikle şövalyeliğin yüz karası olan bu iki ufaklıktan kati surette ses gelmezdi… Gelemezdi zira anlaşmamız böyleydi…Kaybeden; gururlu bir savaşçı gibi ölecek-ölü taklidi yaparak içinden 100’e kadar sayacaktı. İşte ben kendimle yüzleşmek, kendimden utanmak için belki de en uygun olan, evde bir süre için bir daha asla bulunamayacak olan o kati sessizlikte bile Tommiks düşünecek kadar duygusuz bir heriftim…Ansızın atım mutfakta bağlı olduğu noktada huzursuz hareketlerle bir iki devinir, çocukların kokusunu alıp beni uyarmak isterdi… ve onlar ölü taklidi yapan, bir türlü ölmeyen böcekler gibi koşuştururlardı mutfağa… Böceklere benzetiyor oluşumun herhangi bir sevgi ya da sevgisizlik eşiği ile cidden bir ilişkisi yok. Gözlerimle gördüm hamam böceklerinin ölü taklidi ile nekahatte geçirdikleri 5-10 dakikanın ardından hiçbir şey olmamış, sanki az önce ayakları bacakları kopmamış gibi yürümeye eskisinden daha kararlı devam ettiklerini… Yani severim ben ufaklıkları. Bu; yüz saniye koridor savaşlarının ufaklıkların boylarının uzayıp ağırlıklarının artıncaya kadar sürdüğünü ve benim de sonra pislik bir ağabey gibi davranarak ilerleyen yaşıma paralel kaybettiğimi düşünmelerini istediğim hayal gücümle hangi atlar? Diye sorarak çocuklara hiç yenilmeden bu savaşların ezeli galibi ve çocukların nezdinde yalnızca hayalgücünü kaybetmiş bir adam olarak tarihteki yerimi aldığımı sanırım söyleyebilirim… Üçkağıtçı olduğumu zaten söylemiştim… Ama kendime de yalan söyleyecek değilim ya… atlar koridorda dört nala benim atımı kovalarken kardeşlerimin büyümüş olduğunu fark edecek kadar akıllı bir savaşçıydım…
Değişik ve yarı değerli taşları seven kızlar vardır örneğin bazen oldukça takıntılı kızlar. Salı akşamları Peri ile buluşmayı seviyorum… Bana garip öyküler anlatırken sesini farkında olmaksızın bir ton daha kalınlaştırarak dirseklerini masaya sabitleyip bana doğru uzanan yüzünü ve kısılan gözlerini seviyorum. Komik görünüyor ve beni kesinlikle anlayabilecek yegâne insan Peri.
Bir zamanlar buna benzer bir hikaye duymuştum diyor. Adamın biri hakkında… Ne demek adamın biri? Adamın biri işte fena halde bir chevrolet’ye aşık oluyor. Karısıyla falan kavga edip geceleri arabasında uyuyor… Silerken konuştuğunu bile söyleyenler var. Bu da ne şimdi? Geceleri uyumadan önce tütsü yakıp odasındaki iyi ve kötü ruhları dengeleyen, baykuştan haber alacağını düşünen süpürgesinin hemen girişteki vestiyerde olması olası bu kaçık kızın beni deli yerine koymasını eğlenceli mi buluyorum? Hayır. Peri 12 yıl önce ilk garip hikayesini anlatmak için beni buna benzeyen ama artık olmayan pastaneye çağırdığında yine aynı keki yiyordu. Eminim o sabah köşedeki büfeden aldığı gazete ile bugün sabah aldığı gazete de aynıdır. Bana anlattığı ilk hikaye benim geyiğime olan tutkumla kıyaslandığında bir hayli garipti. Yani bakın benim için bile garipti… Büyük ve Gotik bir malikânede geçen olayların bence en ilginç yanı katilin kesinlikle uşak olmayışı, ev sahibinin sigortadan para alabilmek için kendisini öldürüp bir hayalet olarak yaşayacağına inanmasıydı. Yani bayağa garip işte bilirsiniz kim ölünce yaşamaya devam edeceğini düşünebilir ki? Mistik bir dünyadan ya da Firavun olmaktan bahsetmiyorum... İşte tam bu noktada sesini bir ton kalınlaştırıp kısarak “hala yaşadığına yemin edenler var” demişti… Adamın hala yaşayıp yaşamadığını bilmemekle birlikte gerçekten ölmediğine sanırım emindim. Her sezon evinin etrafına fotoğraf çekmek için gelen meraklı kalabalığa ücret karşılığı gezdirilen malikâne, bu garip adamın minik polyester heykelcikleri sigortanın verdiğinden ya da verebileceğinden fazlasını vaat ediyor olmalıydı. Bütün bu düşündüklerimi genellikle Peri’ye söylemem zira o sever böyle hikayeleri… Fakat Kazağıma ve bir geyiğe dönüşmeme duyduğum ilgiyi chevroletsine tapan bir adamın ilgisine indirgeyerek benimle ve hikayemle hiç ilgilenmemesi şu an düşününce kesinlikle emin olduğum bir şekilde o vakitler müthiş kırmıştı beni. İkinci kesin ve müthiş verim nesnenin insan ruhunu ele geçirebilecek güçte olmasının dışında insanların gerçekten kendi hikayelerine ilgi duyulmasını istediğiydi… İntikamımı alacaktım 21. Yüzyıla kaçıp gelmiş bu ortaçağ cadısından! Beni, hissettiğim değişimi ve geyiğimi önemseyecekti… Artık büyük ve gerçekte olduğundan daha etkili bir hikaye sahibi olmamın zamanı gelmişti. Geyiklerin gece bir kızakla beni gökyüzü’nde gezintiye çıkardıklarını anlatabilirdim… Ama o, yani Peri bana büyük olasılıkla noel babayla iki de tavla atıyor musunuz diye sorardı… inanmazdı… Onun o kısacık ve dik dik duran saçlarının dikkat kesilmiş kedi tüylerine olan benzerliği ancak gizemli bir hikaye duyduğunda görülebilirdi… Ona iyi bir hikaye anlatacaktım.
UZUN SAVAN GECESİNDE GEYİĞİN NİŞBU’YA GÖSTERDİĞİ YOLUN GİZEMLERİ ÜZERİNE KISA BİR HİKAYE:
Savaşçı bir kanın çocuğuyum ben ve nasıl olur şimdi sana biat etmemi istersin benden parlak gözlü, Endülüs rakslı sağrısı gergin ve sırlı varlık! Ve bu yol bizi atalarımın dileğine götürecek mi? Ve her yer uzun bir gece için ne kadar aydınlık!
Kadim bir zamanda Nişbu; atı ve yardımcısı ile büyük, yağmurlu, derin ormanları geçerek devam ettirdiği yolun bitiminde günler, haftalar boyunca yol almış fakat dilediği yere olan uzaklığı hakkında neredeyse hiç fikri olmaksızın bütün gücünü tüketerek o ünlü gecede bu savanın ortasına atını ve yardımcısını yolda kaybetmiş bir halde ulaştığında geyik ışıl ışıl yıldızların altında derin derin nefes alarak buğulu ve bilge gözlerle uzakta bir tepede Nişbu’yu izliyordu. Bu çaresiz ve belli ki öyküsü ve arayışı çekiciliğini yitirmiş genç için artık buradan bir çıkış olamazdı. Amacını unutmuş, gücünün sonuna gelmiş bir halde savanda hüzünlü seslerle ağlarken çaresizliği geyiğin kalbine ulaştı. Bilgisiz ve çaresiz bir genç yapayalnız bu uçsuz bucaksız savanda ne arıyor olabilirdi? Geyik Nişbu’nun gözlerine bakarak kalbine sesleniyordu onun, ve Nişbu yanıtladı geyiği; atalarım yüzlerce yıldır ölümsüzlük arayışlarını sürdürdü ve bu yolculuk benim sıramdı… Bulacağımı düşünüyordum, bulmayı çok istiyordum! Geyik Nişbu’ya ölümsüzlük hakkında ne bilip ne bilmediğini sordu, Nişbu için ölümsüzlük ölmemekti… Saf çocuk! Belki de geyiğin sabrını ve savan gecesindeki güzel zamanını boşa harcıyordu… Nişbu yolculuğun büyük yorgunluğu ile toprağa uzanmış bir çocuk kıvrılışı ile ay ışığında geyiğin gözlerine bakıyordu… Ölecek miyim? Binlerce yıllık savan yaşamında anılabilecek bu hüzünlü anda geyik bir karar verdi. Çocuğun yaşamını kendisiyle taşıyacaktı: Ölümsüzlük ölmeyen şeyler bırakmaktır küçük arkadaşım ve ancak ölmeyen şeyler için bazen ölmen gerekebilir… Senin bu zor görev uğruna yaşamını ortaya koyman gibi örneğin… Yola benimle devam edebilirsin dilersen, dediğinde çocuk çoktan bir enerji olarak varlığını geyiğin kalbinde bulmuştu bile… Savan gecesinde sıcacık sağrısı ışıltılı ve bilge gözleriyle bu geyiğin kadim zamanda hala yol alarak Nişbu’yu ölümsüzlüğe taşıdığı söylenir…
Evet evet! Bunun yeterince iyi olduğunu düşünmekte hiç de haksız sayılmam, hatta Nişbu olduğumu bile düşündüğümü hesaba katacak olursak hikayem kesinlikle kadim ve artık gerçek! Gözleri faltaşı gibi açık, siyah kısacık saçları dik dik, tüy tüy kahvesini bile ağzında bir süre beklettikten sonra yutan bu kadının hikayeyi dinlerken çıkarttığı kahveden mütevellit gurk gurk yutkunma sesleri beni sahtekarlığımın ışıl ışıl tacına yaklaştırıyordu… Demek kütüphanede buldun ha! Vay be… Belki bir kez ben de deneyebilirim? Yani sen diyorsun ki geyik şimdi seninle yolculuk ediyor bizim zamanımızda ha! İnanamıyorum…Çok şanslısın… Mahcup ve bilge gibi görünen sahtekarlığımın gülümseyişimden sesime sızmasını istemeyerek olabilir… Belki… Bunu düşünmeli, hatta ona sormalıyım… Diyorum… Ha pardon haklısın sormalısın tabi… Ben de salak gibi herhangi bir kazak muamelesi yapıyorum ona… Acaba sen onunla nerelere gideceksin? Nişbu geyikle nerelere gider bimiyorum ama Peri’nin sorusunu geride bırakalı takribi 60 saniye sonra ben metro istasyonuna giderken o pastanede buz gibi olmuş kahvesiyle 100’e kadar sayıyordu içinden benim anlaşılmaz bulduğu ricamla… Sahtekarlık tacım ışıl ışıl başımda edindiğim üçüncü kesin veri insanların kesinlikle “gerçek” denilen şeyi sevmediğiydi.
AziZ Kırılış/ IV- Muhsin diye bir adam
At kurtul ondan. 15. yüzyılın bu en ünlü yazmasının bir kopyasını mı?
Evet. Şaka yapıyorsun. Hayır! At ve kurtul ondan. Yak, bir yerde unut,
kütüphanenin kapısına bırak. Kütüphanenin kapısı mı hahahaha cami avlusu
gibi. Cami avlusu bile olur. Arapça yazılar ilgilerini çeker,
korurlar…Uzaklaş ondan, kurtul. Uyuyamam. Nasıl yani tek gerekçe bu mu?
Uyuyamazsın ama hiç değilse ölmemiş olursun.
Aslında gerçekten filmlerde olur böyle şeyler…En azından ben böyle düşünüyordum. Sabah evden çıkarken kapıdaki paspasın altına sıkıştırılmış kağıdın kenarını görünceye dek…beyaz, minik bir üçgen… 45derece olmalı, evet ama konumuz bu değil elbette! Neler yazabilirdi o kağıtta neler!…S. Dünyası’nda posta kutusunu kullanan yazar kahramanına “kim olduğunu” soruyordu. Kendini ve felsefe tarihini keşfe davet eden bu cümle örneği bir soru? Bir cevap? Evet! kesinlikle cevap istiyorum, soru sormasın kimse bana…ki bunu düşündüğüm günün saat 15:30’unda Muhsin diye bir adam beni aralıksız sorduğu iki sorunun idiotluğu ile sarsacaktı…İki soru… Aynı
kahveden “hüüüüpp…!” diye çekilen yudumların ardından; “Sahafı nereden tanıyorsun?” sorusuna; “Sahaftan” ...cevabımdan duyduğu memnuniyetsizliği anlatırcasına buruşturduğu yüzü ile (tam o anlarda midesi de ağrıyor olabilir, gastrit..tedavisi zor ve inatçı bir hastalıktır…uzun süre aç kalmamak, kahve ve sigarayı bu denli peş peşe içmemek gerekir-bana ne ya…bana ne…cidden aziz sana ne…sen bu işten nasıl yırtacaksın onu düşün…) Bak koçum bizim bu şehrin her yerinde gözümüz kulağımız vardır…Ölmek mi istiyorsun? “hayır…” “hüüüüüppp…!” Hah işte yine başlıyoruz… “Sahafı nereden tanıyorsun?” (…) , (….) Ölmek mi istiyorsun?
Muhsin; üzerinde: “Öğleden sonra 15:30’da yeşilçam’da muhsini bul, kulağı kesik, kime sorsan gösterir…” yazan notta bulmam gereken adam. Buldum çok şükür, zira kapınızın önüne bırakılmış bir nota “neden?” diye soramazsınız! Neden Muhsin’i bulayım? … Yer yer anlatıcı olduğum için bu hikayenin sonunda ölmediğimi düşündüğünüzü biliyorum. Hikaye nihayete ermeden ben böyle zannettiğim için nihayete ermiş gibi yazmış ve ölmüş de olabilirim… e o zaman da bu cümle beni… neyse yani hikaye asla sona ermez… ermedi de. Muhsin’le yaptığım anlaşmanın ne kadar akla uygun olduğunu bilmiyorum bunu daha sonra düşünmek ve mümkün olsa şu an sadece uzun uzun uyumak, uyandığımda latince dahil arapça ve farsçaya literer düzeyde hakim olmak istiyorum.
Bankanın ışıklı tabelası; akşamüstü son müşterilerinin paralarını cebe indirerek onları güvenli bir parasızlığa teslim eden banka çalışanlarının birer aziz olduğu hissini yaratıyordu Aziz’de. Değerli olanı değerlendiren, koruyan bir yer, sizin için saklayan bir yer… Sıra numarası almanız yeterli! … 512, tahmini bekleme süresi 7 dakika… Yedi dakika insan hayatı için pek de uzun sayılmayabilir. Öte yandan Tanrı’nın evreni 7 günde yarattığı düşünülürse çok da kısa olmayabilir… yedi dakika boyunca orada, dışarının vahşi kalabalığından yalıtılmış takriben 15 dakika sonra kapanacak olan bankanın ergonomi dumuru sandalyelerinde beklerken aziz ablasının oğluna hediye ettiği kumbarayı ve anahtarını bulan kadını düşünüyordu…du mu? Neden di’li geçmiş zaman ve üçüncü tekil? Olaylara dışardan bakma bu olmasa gerek… 15 dakika sonra kapanacak olan bankanın ergonomi dumuru sandalyelerinde beklerken ablamın oğluna hediye ettiğim kumbarayı ve anahtarımı bulan kadını düşünüyordum.
Yer yer bu hikayenin cidden dışında bir yerlerde evinde, ofisinde güvenli, rahat berjerinde kahvesini içen bir anlatıcı olmayı çok isterdim. Bir anlatıcı… Neden yazar demek istemiyorum bilmiyorum ama bir anlatıcı aslında hiçbir şeydir…Bunun kitle için yararından bahsetmeyiniz lütfen! Zira; ben bizzat anlatıcı açısından değerlendiriyorum bu durumu ve evet bir anlatıcı hiçbir şeydir… Hiçbir şey yaşamamıştır…Anlattıkları da orada burada alınmış notlar, tanık olunmuş kareler, işitilmiş laflar kadar uzak ve araktır… Ne kadar ayıp!... Ve evet şu an bir arakçı olmayı çok isterdim…
“Beyefendi….”…”Beyefendi”…ben olmalıyım…dönüyorum…yürüyüşümü ve düşüncelerimi kesintiye uğratıp dönüyorum…Aramızda 20-25 adım bulunan orta yaşlı bir kadın bana seslenirken aramızdaki uzaklığı kapatıyor..19,18,17, ….Anahtarınızı düşürdünüz…Saf ve pek belli olmayan bir şekilde seviniyorum, çok ama çok seviniyorum fakat; kadın bunu kesinlikle anlamıyor….Belli belirsiz bir sesle “Bir ses duymuştum” diyorum…Bu; orta yaşlı, daha önce hayatımın herhangi bir anında yüzlerce kez görmüş olabileceğim fakat; hiçbirinde bana böyle akıl vermesine neden olacak cesareti, tanışıklığı kendisine vermediğim bu kadın “Bakacaksın o zaman” diyerek muzaffer bir edayla önce aramızdaki uzaklığı eski konumuna getirerek sonra giderek uzaklaşıyor.. 23,24,25,26,27……..Kadına müthiş sinirleniyorum aslında fakat; bu da belli olmuyor. Öte yandan anahtarımı bulmuş olması, dahası bana anahtarımı verme isteği benim gözümde onu bu öfke halesinden kurtarıyor…
Buyrun. Bankacı kadının; beyaz bir gömleğin ve az önce ayağa kalktığında gördüğüm siyah pantolunun içinde kesinlikle görünmeyen, hatta olduğundan şüphe duyduğum, şaşırtıcı bir biçimde neredeyse yok denilecek sureti ile karşımda durup, küçücük ve üzerlerini işaret etmek istercesine boyadığı gözkapakları olmasa asla fark edilmeyecek gözleriyle gözümün içine içine bakarak uzattığı kağıt; sigorta poliçeleri ve kapsamları ile ilgili…Evet düşündüğünüz şey… Evet hımmm…Bunu ben de düşündüm…Yani sigortalatacağınız şeyin çalıntı olmaması gerekir değil mi? Diğer yandan bu yazma bir “buluntu” ve en başında düşündüğüm şey şu an da geçerli, onu bir müzeye teslim etmeliyim…Fakat onu bir müzeye teslim edersem Muhsin’in benden istediği ve benim de yaşamak istiyorsam yapmam gereken şeyi nasıl yapabilirim? Acaba gerçekten yaşamak istiyor muyum? Lanet olası o upuzun kalas mesai bitimine hepi topu birkaç saat kala o upuzun öğleden sonra, yapışkan bir sıcağın hüküm sürdüğü temmuz gününde tam da ben ören yerinden geçerken sırtıma, dahası sırtımı ortalayarak omuriliğime düşmeyebilirdi…Evet! ve o zaman bu yazma kesinlikle bende olmazdı. Çünkü; benim aylak aylak sahaflarda gezecek zamanım olmazdı…işler yoğun olur bizim dairede…e malumunuz İstanbul….yer gök kaçak yapı…bir de tarihi eserleri koruma mevzusu olunca…Tarihi eser…İşte bu yazmayı hayatta kalmaya çalışırken korumanın bir yolu olmalıydı…Bunun parayla bir ilgisi elbette yok, tuhaf bir yolla da olsa kayda alınmış olmasının iyi bir fikir…neyse…Bankacı kızın yüzünde göz farlarını takip ederek bulduğum küçücük gözlerinin içine bakıyor olduğumdan pek de emin olmayarak, gözlerimi biraz da kısarak aynı dikkat ve ciddiyetle bu küçücük gözlere bakarak poliçe evraklarını aldım…
devam edecek:)
Aslında gerçekten filmlerde olur böyle şeyler…En azından ben böyle düşünüyordum. Sabah evden çıkarken kapıdaki paspasın altına sıkıştırılmış kağıdın kenarını görünceye dek…beyaz, minik bir üçgen… 45derece olmalı, evet ama konumuz bu değil elbette! Neler yazabilirdi o kağıtta neler!…S. Dünyası’nda posta kutusunu kullanan yazar kahramanına “kim olduğunu” soruyordu. Kendini ve felsefe tarihini keşfe davet eden bu cümle örneği bir soru? Bir cevap? Evet! kesinlikle cevap istiyorum, soru sormasın kimse bana…ki bunu düşündüğüm günün saat 15:30’unda Muhsin diye bir adam beni aralıksız sorduğu iki sorunun idiotluğu ile sarsacaktı…İki soru… Aynı
kahveden “hüüüüpp…!” diye çekilen yudumların ardından; “Sahafı nereden tanıyorsun?” sorusuna; “Sahaftan” ...cevabımdan duyduğu memnuniyetsizliği anlatırcasına buruşturduğu yüzü ile (tam o anlarda midesi de ağrıyor olabilir, gastrit..tedavisi zor ve inatçı bir hastalıktır…uzun süre aç kalmamak, kahve ve sigarayı bu denli peş peşe içmemek gerekir-bana ne ya…bana ne…cidden aziz sana ne…sen bu işten nasıl yırtacaksın onu düşün…) Bak koçum bizim bu şehrin her yerinde gözümüz kulağımız vardır…Ölmek mi istiyorsun? “hayır…” “hüüüüüppp…!” Hah işte yine başlıyoruz… “Sahafı nereden tanıyorsun?” (…) , (….) Ölmek mi istiyorsun?
Muhsin; üzerinde: “Öğleden sonra 15:30’da yeşilçam’da muhsini bul, kulağı kesik, kime sorsan gösterir…” yazan notta bulmam gereken adam. Buldum çok şükür, zira kapınızın önüne bırakılmış bir nota “neden?” diye soramazsınız! Neden Muhsin’i bulayım? … Yer yer anlatıcı olduğum için bu hikayenin sonunda ölmediğimi düşündüğünüzü biliyorum. Hikaye nihayete ermeden ben böyle zannettiğim için nihayete ermiş gibi yazmış ve ölmüş de olabilirim… e o zaman da bu cümle beni… neyse yani hikaye asla sona ermez… ermedi de. Muhsin’le yaptığım anlaşmanın ne kadar akla uygun olduğunu bilmiyorum bunu daha sonra düşünmek ve mümkün olsa şu an sadece uzun uzun uyumak, uyandığımda latince dahil arapça ve farsçaya literer düzeyde hakim olmak istiyorum.
Bankanın ışıklı tabelası; akşamüstü son müşterilerinin paralarını cebe indirerek onları güvenli bir parasızlığa teslim eden banka çalışanlarının birer aziz olduğu hissini yaratıyordu Aziz’de. Değerli olanı değerlendiren, koruyan bir yer, sizin için saklayan bir yer… Sıra numarası almanız yeterli! … 512, tahmini bekleme süresi 7 dakika… Yedi dakika insan hayatı için pek de uzun sayılmayabilir. Öte yandan Tanrı’nın evreni 7 günde yarattığı düşünülürse çok da kısa olmayabilir… yedi dakika boyunca orada, dışarının vahşi kalabalığından yalıtılmış takriben 15 dakika sonra kapanacak olan bankanın ergonomi dumuru sandalyelerinde beklerken aziz ablasının oğluna hediye ettiği kumbarayı ve anahtarını bulan kadını düşünüyordu…du mu? Neden di’li geçmiş zaman ve üçüncü tekil? Olaylara dışardan bakma bu olmasa gerek… 15 dakika sonra kapanacak olan bankanın ergonomi dumuru sandalyelerinde beklerken ablamın oğluna hediye ettiğim kumbarayı ve anahtarımı bulan kadını düşünüyordum.
Yer yer bu hikayenin cidden dışında bir yerlerde evinde, ofisinde güvenli, rahat berjerinde kahvesini içen bir anlatıcı olmayı çok isterdim. Bir anlatıcı… Neden yazar demek istemiyorum bilmiyorum ama bir anlatıcı aslında hiçbir şeydir…Bunun kitle için yararından bahsetmeyiniz lütfen! Zira; ben bizzat anlatıcı açısından değerlendiriyorum bu durumu ve evet bir anlatıcı hiçbir şeydir… Hiçbir şey yaşamamıştır…Anlattıkları da orada burada alınmış notlar, tanık olunmuş kareler, işitilmiş laflar kadar uzak ve araktır… Ne kadar ayıp!... Ve evet şu an bir arakçı olmayı çok isterdim…
“Beyefendi….”…”Beyefendi”…ben olmalıyım…dönüyorum…yürüyüşümü ve düşüncelerimi kesintiye uğratıp dönüyorum…Aramızda 20-25 adım bulunan orta yaşlı bir kadın bana seslenirken aramızdaki uzaklığı kapatıyor..19,18,17, ….Anahtarınızı düşürdünüz…Saf ve pek belli olmayan bir şekilde seviniyorum, çok ama çok seviniyorum fakat; kadın bunu kesinlikle anlamıyor….Belli belirsiz bir sesle “Bir ses duymuştum” diyorum…Bu; orta yaşlı, daha önce hayatımın herhangi bir anında yüzlerce kez görmüş olabileceğim fakat; hiçbirinde bana böyle akıl vermesine neden olacak cesareti, tanışıklığı kendisine vermediğim bu kadın “Bakacaksın o zaman” diyerek muzaffer bir edayla önce aramızdaki uzaklığı eski konumuna getirerek sonra giderek uzaklaşıyor.. 23,24,25,26,27……..Kadına müthiş sinirleniyorum aslında fakat; bu da belli olmuyor. Öte yandan anahtarımı bulmuş olması, dahası bana anahtarımı verme isteği benim gözümde onu bu öfke halesinden kurtarıyor…
Buyrun. Bankacı kadının; beyaz bir gömleğin ve az önce ayağa kalktığında gördüğüm siyah pantolunun içinde kesinlikle görünmeyen, hatta olduğundan şüphe duyduğum, şaşırtıcı bir biçimde neredeyse yok denilecek sureti ile karşımda durup, küçücük ve üzerlerini işaret etmek istercesine boyadığı gözkapakları olmasa asla fark edilmeyecek gözleriyle gözümün içine içine bakarak uzattığı kağıt; sigorta poliçeleri ve kapsamları ile ilgili…Evet düşündüğünüz şey… Evet hımmm…Bunu ben de düşündüm…Yani sigortalatacağınız şeyin çalıntı olmaması gerekir değil mi? Diğer yandan bu yazma bir “buluntu” ve en başında düşündüğüm şey şu an da geçerli, onu bir müzeye teslim etmeliyim…Fakat onu bir müzeye teslim edersem Muhsin’in benden istediği ve benim de yaşamak istiyorsam yapmam gereken şeyi nasıl yapabilirim? Acaba gerçekten yaşamak istiyor muyum? Lanet olası o upuzun kalas mesai bitimine hepi topu birkaç saat kala o upuzun öğleden sonra, yapışkan bir sıcağın hüküm sürdüğü temmuz gününde tam da ben ören yerinden geçerken sırtıma, dahası sırtımı ortalayarak omuriliğime düşmeyebilirdi…Evet! ve o zaman bu yazma kesinlikle bende olmazdı. Çünkü; benim aylak aylak sahaflarda gezecek zamanım olmazdı…işler yoğun olur bizim dairede…e malumunuz İstanbul….yer gök kaçak yapı…bir de tarihi eserleri koruma mevzusu olunca…Tarihi eser…İşte bu yazmayı hayatta kalmaya çalışırken korumanın bir yolu olmalıydı…Bunun parayla bir ilgisi elbette yok, tuhaf bir yolla da olsa kayda alınmış olmasının iyi bir fikir…neyse…Bankacı kızın yüzünde göz farlarını takip ederek bulduğum küçücük gözlerinin içine bakıyor olduğumdan pek de emin olmayarak, gözlerimi biraz da kısarak aynı dikkat ve ciddiyetle bu küçücük gözlere bakarak poliçe evraklarını aldım…
devam edecek:)
Bir prova alır mıydınız...
(Damat fısıltılı bir sinirle kendini sahneye atar.gelin derdini anlatmak istercesine onu takip eder)Ne demek ya ?
Gelin: Aydıncım evet hayatımı sonsuza dek seninle ve tek eşli geçirmek istiyorum fakat bunu yapamıycam..? (izleyicileri mahcup birbakışla selamlayarak-el sallayıp şirinliği abartabilir) (kararlı)bunu yapamıycam.
Damat:(Derin nefes alıp yerinde huzursuz birkaç devinimden sonra) Nurancım, canım bana bir daha söyler misin neyi yapamayacaksın ?burada insanlar da duysun.
Gelin:Sakin değilsin ama sen.
Damat: yook… yookk çok sakinim(sahte bir cesaret verircesine) hadi hayatım (derin nefes alıp huzursuz devinime devam ederek)
Gelin: Peki. (izleyicilere yine mahcup bir yarım bakışla) sahne fobisi olmalı.
Damat: (neredeyse çıldırarak) duydunuz mu? Sahne fobisi diyor üstelik bir tiyatrocu .
Gelin: (damata hafif sokulur gönlünü almak istercesine) Ya bahara falan geniş geniş şöyle açık havada falan kıysak
Damat: Neye?
Gelin: “Ne “neye?
Damat: Neye kıysak?
Gelin (olağan) haa..bizee…
Damat: Yok kesin ateşin falan var ( gelinin, alnını yoklar) ya birazdan soracak memur Nuran, kendi rızanla falan emin misin diye..lütfen ya….
Gelin: Anne diyorlar Aydın.
Damat: Kim aşkım?
Gelin: Bak sen de çoraplarını sorup duruyorsun..
Damat: Nerede aşkım?
Gelin: (sinirli) Gelecekte Aydın!! Gelecekte!!
Damat: hayddeee…
(Gelin omuzlarını sallar bu krizden çok uzak bir yerde endişelidir.)
Damat: Güzel gelinim, sinirli gelinim bir tanem bulurum ben çoraplarımın nerede olduğunu falan, çocuklar da üzmez seni tembihlerim.
Gelin: Hangi çocuklar ?
Damat : ehh yani ….ben de onu diyorum Nurancım hangi çocuklar? Hadi canım, bak gelecek şimdi kırmızı yakalı havalı bi memur burada kostümüyle ezecek bizi. Hem ne kadar zor olabilir ki? Bir evet tamam ben seviyorum bu adamı zaten ilk gördüğüm andan beri aşığım, hep bu günü düşledim, onsuz yaşayamam falan diyeceksin. Bu kadarcık.
Gelin: (şüpheyle) Bu kadarcık?
Damat: hıhı
Gelin: yok çok heyecanlıyım yapamıycam, karıştırıcam herşeyi, sufle falan mı istesek
Damat: Nuran saçmalama gelinim, ne suflesi?
Gelin: BulduMM. (keşfetmenin ışıltısıyla) ProvA. Minik bi prova alamaz mıyız aşkım hıı…(tüm kırılgan haliyle)
Damat: (düşünür) Peki. Ama nikah memurunu kim oynayacak?
(nikah memuru ilk sırada izleyicilerin arasındadır-çiftin dışında kimse bilmez) sahnenin karanlık bir köşesindeki askıda nikah memurunun kostümü aydınlanır damat memuru seçer)
Damat durumu memura : gördünüz gelin biraz heyacanlı yardımcı olsanız falan diye özetlerken kostümünü nikah memuruna giydirir ve bu mizansenle prova görünümünden nikaha geçilir:)
PS: sahnede izlemek mümkün olmadı, tiyatrocu arkadaşlarımızın sahnede süpriz nikahı için yazmıştım:) çok güldük sonra çok:) süpriz nikah severlere ilham dileğiyle:)
Gelin: Aydıncım evet hayatımı sonsuza dek seninle ve tek eşli geçirmek istiyorum fakat bunu yapamıycam..? (izleyicileri mahcup birbakışla selamlayarak-el sallayıp şirinliği abartabilir) (kararlı)bunu yapamıycam.
Damat:(Derin nefes alıp yerinde huzursuz birkaç devinimden sonra) Nurancım, canım bana bir daha söyler misin neyi yapamayacaksın ?burada insanlar da duysun.
Gelin:Sakin değilsin ama sen.
Damat: yook… yookk çok sakinim(sahte bir cesaret verircesine) hadi hayatım (derin nefes alıp huzursuz devinime devam ederek)
Gelin: Peki. (izleyicilere yine mahcup bir yarım bakışla) sahne fobisi olmalı.
Damat: (neredeyse çıldırarak) duydunuz mu? Sahne fobisi diyor üstelik bir tiyatrocu .
Gelin: (damata hafif sokulur gönlünü almak istercesine) Ya bahara falan geniş geniş şöyle açık havada falan kıysak
Damat: Neye?
Gelin: “Ne “neye?
Damat: Neye kıysak?
Gelin (olağan) haa..bizee…
Damat: Yok kesin ateşin falan var ( gelinin, alnını yoklar) ya birazdan soracak memur Nuran, kendi rızanla falan emin misin diye..lütfen ya….
Gelin: Anne diyorlar Aydın.
Damat: Kim aşkım?
Gelin: Bak sen de çoraplarını sorup duruyorsun..
Damat: Nerede aşkım?
Gelin: (sinirli) Gelecekte Aydın!! Gelecekte!!
Damat: hayddeee…
(Gelin omuzlarını sallar bu krizden çok uzak bir yerde endişelidir.)
Damat: Güzel gelinim, sinirli gelinim bir tanem bulurum ben çoraplarımın nerede olduğunu falan, çocuklar da üzmez seni tembihlerim.
Gelin: Hangi çocuklar ?
Damat : ehh yani ….ben de onu diyorum Nurancım hangi çocuklar? Hadi canım, bak gelecek şimdi kırmızı yakalı havalı bi memur burada kostümüyle ezecek bizi. Hem ne kadar zor olabilir ki? Bir evet tamam ben seviyorum bu adamı zaten ilk gördüğüm andan beri aşığım, hep bu günü düşledim, onsuz yaşayamam falan diyeceksin. Bu kadarcık.
Gelin: (şüpheyle) Bu kadarcık?
Damat: hıhı
Gelin: yok çok heyecanlıyım yapamıycam, karıştırıcam herşeyi, sufle falan mı istesek
Damat: Nuran saçmalama gelinim, ne suflesi?
Gelin: BulduMM. (keşfetmenin ışıltısıyla) ProvA. Minik bi prova alamaz mıyız aşkım hıı…(tüm kırılgan haliyle)
Damat: (düşünür) Peki. Ama nikah memurunu kim oynayacak?
(nikah memuru ilk sırada izleyicilerin arasındadır-çiftin dışında kimse bilmez) sahnenin karanlık bir köşesindeki askıda nikah memurunun kostümü aydınlanır damat memuru seçer)
Damat durumu memura : gördünüz gelin biraz heyacanlı yardımcı olsanız falan diye özetlerken kostümünü nikah memuruna giydirir ve bu mizansenle prova görünümünden nikaha geçilir:)
PS: sahnede izlemek mümkün olmadı, tiyatrocu arkadaşlarımızın sahnede süpriz nikahı için yazmıştım:) çok güldük sonra çok:) süpriz nikah severlere ilham dileğiyle:)
PEKİ, O ZAMAN HANIMEFENDİYE YOLU GÖSTER ALEX/Efsun Hanım – Büyülü ormanda geri dönüş için varoluşçu kırıntılar…
Ne kadar korkabilirsin diye sorduğunda bir ayağı çoktan yerden
kesilmişti bile…tebessümü kesin ve keskindi…”hiç” dedim. Yalan
söyledim.tebessümü biraz daha gergin yayıldı yüzüne.
Gergin: kitapları defterleri kaplamak için kullanılan renkli jelatinleri biraz daha çekiştirmek…
Hiç: büyük yalan.
Hayatımın geri kalanını pis bir hisle geçirmeyeyim diye atlamadığını, yüksekte-yerde olmayan ayağını diğer ayağının yanına tumturaklı bir edayla indirip gösterişli bir el devinimiyle sanki bu kareye dolan müziğe eşlik ediyormuşcasına, sanki ispanyol dansına hakim ve hatta bir ispanyolmuşcasına …kendimden nefret etmemem için benimle dans ettiğini biliyorum..beni çok sevdiğini, onu çok sevdiğimi biliyorum….
“Gerçek bu değil” diyor Alice ayaklarını henüz öğrendiği izlenimi uyandıran dansa alıştırmak istercesine…aynı anda öğrenmeye çalıştığım bir dilin fonetiğinde geziniyorum.. “Alice senin kahramanın değil” diyor kraliçe…
-Sen de kraliçe değilsin diyorum…ne kabalık!.
Kaba: kıvrılmasını istediğiniz yönün tersine bir kat çizgi-kesik atmadan asla katlayamayacağınız mukavva.
-Onlarca iyilik yaptım senin için!
Herhangi birinin herhangi bir yerde sizin için yaptığı, yapabileceği bir iyiliğin emin olun sizin zekanız ve algınızla büyük bir ilişkisi vardır diyor. İyilik mi yardım mı? Üstüne basarak çok net “iyilik” diyor..ne kadar da izafi..hıh diyorum.
…..
Apar topar çıkıyorum, henüz ısırdığım ve yutmaya vakit bulamadığım kurabiyenin parçaları büyüyor ağzımda…Aydan çalınmış gizemli bir şey yiyor gibiyim..Kurabiye büyüyor, düşünce ve endişe büyüyor..Sağda inmeliyim..
Ötenazi hakkımı istiyorum..bugün…diyor…gözlerimi kocaman açıp bakıyorum..bunca güzel bir kadın…nasıl olur bunu söyler? onca yıl sonra her şey çok iyi gitmişken…her şey çok iyi gidiyorken..
….bugün….pembe bir çamaşır ipiyle boğulmak fikri…ayağımın takıldığı 7.caddedeki aralıkta ayağımın boynumla birlikte kırıldığı fikri…çok ama çok uzakta herkesin unuttuğu bir japon amcadan ya da dededen bir kılıcın ya da bir gurur borcu harakirinin miras kaldığı (ne demekse) fikri incitmiyor…bugün…pink floyd “devision bell” dinleyerek hiç de üzülüp ah etmeden “tamam” diyorum: “tamam genç; bahşiş fena fikir değil” …..
Herşeyin tasarısı beklentiler ölçüsünde iyi ya da kötü olabilirdi….izafiyet bu denli sinir bozucuyken bir de dili zaman geçmişin nefret arabesk tadı….tanıdığım yerde değil, hatırladığım yerde ikamet ediyor artık…efsun hanım….elleri heykel sanatının simya ile bir ilişkisi olup olamayacağını sorduracak denli usta. beynimden yeşil sıvılar akıyor..bir süngere olan benzerliğimi böyle bir sıvı kaybında keşfetmem dehşetengiz…
Ötenazi:
Bir sürü soru sorulabilir . bu bir sürü soru sormaya çoklukla sizinle bir miktar ilgili bir yığın ya da üç beş kişi hazırdır….
Aaaaa ama neden..
Ay ne sevimsiz
Modern sanatları gezelim mi
Sen sürpriz seversin
Ay ben bişey mi yaptım
Geçtiğimiz aylar boyunca aramadım diye mi? Ama biz kızlar hallederiz bunları aramızda
Cidden verecektim kitabı
Yeşil nane yaprağı çok iyi gelir..buzlu çay..britanya usulü bir vakarla…? Hadi?
Eminsin yani
Ay ne yaptık biz ya….
Ötenazi:
Hep istekliydi
Bayılırdı şairlerden dize aşırmaya en çok da “suçu maddenin tabiatına atıp kaçacakmış”a
Yok olacakla öleceğe
E keyfi bilir…kupa kızı sende mi..
Hıhı öyleymiş….kaçıncı kat..bu elimdekiler çok ağır….
Tebessüm..tebessümün eyleme oranla fikir hali sanki daha doygun..sanki daha dolu…öyle mi….izafiyet….bir terasta içilen yeşil çayın ne denli güzel ve sakinleştirebilir nitelikte olduğunu izah edecek yegane kelime….izah? izafiyete ne uzak…o halde kişinin ikna edilebilirlik limitinden bahsediyorsunuz… Uzun, çok uzun bir sabah çay içiyoruz bitimsiz bir gökyüzü altında, bu kenarda, unutulmuş terasta efsun hanımla….bana bugün herzamankinden sahtekar görünüyor, herzamankinden aklı karışmış…bugün sanki kukla iplerini emanet edecek güvenilir birini arıyor…onlarca kez kandırdığı, beklettiği, üzdüğü, kırdığı birine güvenebileceğini biliyor çünkü; yokluyor elleri, olması gereken yerde fantastik, süslü ve gizemli bir hançerin izi yok…gülümsüyorum….efsun hanım, pis düzenbaz…eve git ve lütfen biraz uyu diyorum….neden bilmiyorum, sözümü dinliyor….
*A.Camus, “ Başkaldıran insan” a eşlik için….
High Hopes...
Gergin: kitapları defterleri kaplamak için kullanılan renkli jelatinleri biraz daha çekiştirmek…
Hiç: büyük yalan.
Hayatımın geri kalanını pis bir hisle geçirmeyeyim diye atlamadığını, yüksekte-yerde olmayan ayağını diğer ayağının yanına tumturaklı bir edayla indirip gösterişli bir el devinimiyle sanki bu kareye dolan müziğe eşlik ediyormuşcasına, sanki ispanyol dansına hakim ve hatta bir ispanyolmuşcasına …kendimden nefret etmemem için benimle dans ettiğini biliyorum..beni çok sevdiğini, onu çok sevdiğimi biliyorum….
“Gerçek bu değil” diyor Alice ayaklarını henüz öğrendiği izlenimi uyandıran dansa alıştırmak istercesine…aynı anda öğrenmeye çalıştığım bir dilin fonetiğinde geziniyorum.. “Alice senin kahramanın değil” diyor kraliçe…
-Sen de kraliçe değilsin diyorum…ne kabalık!.
Kaba: kıvrılmasını istediğiniz yönün tersine bir kat çizgi-kesik atmadan asla katlayamayacağınız mukavva.
-Onlarca iyilik yaptım senin için!
Herhangi birinin herhangi bir yerde sizin için yaptığı, yapabileceği bir iyiliğin emin olun sizin zekanız ve algınızla büyük bir ilişkisi vardır diyor. İyilik mi yardım mı? Üstüne basarak çok net “iyilik” diyor..ne kadar da izafi..hıh diyorum.
…..
Apar topar çıkıyorum, henüz ısırdığım ve yutmaya vakit bulamadığım kurabiyenin parçaları büyüyor ağzımda…Aydan çalınmış gizemli bir şey yiyor gibiyim..Kurabiye büyüyor, düşünce ve endişe büyüyor..Sağda inmeliyim..
Ötenazi hakkımı istiyorum..bugün…diyor…gözlerimi kocaman açıp bakıyorum..bunca güzel bir kadın…nasıl olur bunu söyler? onca yıl sonra her şey çok iyi gitmişken…her şey çok iyi gidiyorken..
….bugün….pembe bir çamaşır ipiyle boğulmak fikri…ayağımın takıldığı 7.caddedeki aralıkta ayağımın boynumla birlikte kırıldığı fikri…çok ama çok uzakta herkesin unuttuğu bir japon amcadan ya da dededen bir kılıcın ya da bir gurur borcu harakirinin miras kaldığı (ne demekse) fikri incitmiyor…bugün…pink floyd “devision bell” dinleyerek hiç de üzülüp ah etmeden “tamam” diyorum: “tamam genç; bahşiş fena fikir değil” …..
Herşeyin tasarısı beklentiler ölçüsünde iyi ya da kötü olabilirdi….izafiyet bu denli sinir bozucuyken bir de dili zaman geçmişin nefret arabesk tadı….tanıdığım yerde değil, hatırladığım yerde ikamet ediyor artık…efsun hanım….elleri heykel sanatının simya ile bir ilişkisi olup olamayacağını sorduracak denli usta. beynimden yeşil sıvılar akıyor..bir süngere olan benzerliğimi böyle bir sıvı kaybında keşfetmem dehşetengiz…
Ötenazi:
Bir sürü soru sorulabilir . bu bir sürü soru sormaya çoklukla sizinle bir miktar ilgili bir yığın ya da üç beş kişi hazırdır….
Aaaaa ama neden..
Ay ne sevimsiz
Modern sanatları gezelim mi
Sen sürpriz seversin
Ay ben bişey mi yaptım
Geçtiğimiz aylar boyunca aramadım diye mi? Ama biz kızlar hallederiz bunları aramızda
Cidden verecektim kitabı
Yeşil nane yaprağı çok iyi gelir..buzlu çay..britanya usulü bir vakarla…? Hadi?
Eminsin yani
Ay ne yaptık biz ya….
Ötenazi:
Hep istekliydi
Bayılırdı şairlerden dize aşırmaya en çok da “suçu maddenin tabiatına atıp kaçacakmış”a
Yok olacakla öleceğe
E keyfi bilir…kupa kızı sende mi..
Hıhı öyleymiş….kaçıncı kat..bu elimdekiler çok ağır….
Tebessüm..tebessümün eyleme oranla fikir hali sanki daha doygun..sanki daha dolu…öyle mi….izafiyet….bir terasta içilen yeşil çayın ne denli güzel ve sakinleştirebilir nitelikte olduğunu izah edecek yegane kelime….izah? izafiyete ne uzak…o halde kişinin ikna edilebilirlik limitinden bahsediyorsunuz… Uzun, çok uzun bir sabah çay içiyoruz bitimsiz bir gökyüzü altında, bu kenarda, unutulmuş terasta efsun hanımla….bana bugün herzamankinden sahtekar görünüyor, herzamankinden aklı karışmış…bugün sanki kukla iplerini emanet edecek güvenilir birini arıyor…onlarca kez kandırdığı, beklettiği, üzdüğü, kırdığı birine güvenebileceğini biliyor çünkü; yokluyor elleri, olması gereken yerde fantastik, süslü ve gizemli bir hançerin izi yok…gülümsüyorum….efsun hanım, pis düzenbaz…eve git ve lütfen biraz uyu diyorum….neden bilmiyorum, sözümü dinliyor….
*A.Camus, “ Başkaldıran insan” a eşlik için….
High Hopes...
BİR CİSMİN İKİ KONUMU ARASINDAKİ VEKTÖREL UZAKLIK ÜZERİNE ABSURD AKUSTİK BİR DENEME
Deney II/ Yer değiştirme - “Nina Simone’dan Tom Waits’e kaç gecede gidilir...?”
ESKiZ I- “DÜŞÜNELİM” (bilimsel adımlar atalım) varlığımızı problem cümlesine karıştırmayalım zira bu “düşünerek var olma” bir başka deneyin konusudur.
Konum: Bir cismin, seçilen bir başlangıç noktasına olan uzaklığına o cismin konumu denir. Konum vektörel bir büyüklüktür. Bir diğer ifadeye göre “bir hareketlinin sabit bir noktaya göre belirtilen vektörel uzaklığıdır”
Yer Değiştirme: Cismin konumundaki değişmeye yer değiştirme denir ve Dx ile gösterilir. Yer değiştirme, cismin son konumu ile ilk konumu arasındaki farktır ve son konumundan ilk konumun çıkarılmasıyla bulunur.
Dx= x2-x1 şeklinde gösterilir.
Hız : Birim zamandaki yer değiştirmeye hız adı verilir. Hız V harfi ile gösterilir. Birim olarak genelde metre veya kilometre kullanılır. Hız bir vektörel büyüklüktür.
Ortalama Hız: Bir cismin belirli bir zaman aralığındaki yer değiştirmesi.
Dx olan bir hareketlinin bu zaman aralığındaki ortalama hızı:
ESKiZ I- “DÜŞÜNELİM” (bilimsel adımlar atalım) varlığımızı problem cümlesine karıştırmayalım zira bu “düşünerek var olma” bir başka deneyin konusudur.
Konum: Bir cismin, seçilen bir başlangıç noktasına olan uzaklığına o cismin konumu denir. Konum vektörel bir büyüklüktür. Bir diğer ifadeye göre “bir hareketlinin sabit bir noktaya göre belirtilen vektörel uzaklığıdır”
Yer Değiştirme: Cismin konumundaki değişmeye yer değiştirme denir ve Dx ile gösterilir. Yer değiştirme, cismin son konumu ile ilk konumu arasındaki farktır ve son konumundan ilk konumun çıkarılmasıyla bulunur.
Dx= x2-x1 şeklinde gösterilir.
Hız : Birim zamandaki yer değiştirmeye hız adı verilir. Hız V harfi ile gösterilir. Birim olarak genelde metre veya kilometre kullanılır. Hız bir vektörel büyüklüktür.
Ortalama Hız: Bir cismin belirli bir zaman aralığındaki yer değiştirmesi.
Dx olan bir hareketlinin bu zaman aralığındaki ortalama hızı:

Aziz Kırılış/ Sahafın Ölümü
"Yarın gelecekmiş gibi duruyordu…(sigarasına bakarak) o öğrenciler de
paralarını almak için gelecekti.Ben şey derim artık…" Sahafın komşusu
sahaf, belli ki arkadaşını kaybetmenin şaşkınlığı içinde bir boşlukta
sayıklar gibi konuşuyordu azizle…sanki buradaydı şimdi, şimdi buradaydı,
nereye gitmiş olabilir ki..ve kitaplar üstüne konuşmayı tercih ettiği
ve bu işte usta olduğu her halinden anlaşılan adamı daha fazla rahatsız
etmemek icap ederdi. Ederdi de…sormalıydı…bir not falan var mıymış
dükkanda..Not? ne için? Sipariş kitaplar, sahipleri vs. Bilmem.
Rahmetlinin hafızası fil gibiydi. Yaşlı olanlar için söylenmez miydi bu?
Hangisi? Fil gibi? E pek genç. Yoookk canım bayağa gençti. Sahaf
kesinlikle orta yaşlı, bilinen ölümcül bir hastalığa sahip olmayan ve
bir gece dükkanı kapattıktan sonra nev’de biraz demlenip herzamanki gibi
evine giden, evinde dükkandakinin üç misli kitapla uyuyan kayıtlara 47
yaşında kalp kriziyle ölü olarak bulundu diye kaydedilen kendi halinde
fakat leb-i derya bir adamdı. Cenazesine gelen de olmamış pek. Komşusu
bir buna üzülmüş gibiydi. Aziz çok mahcup. Kusura bakmayın hastanedeydim
diyene kadar kolunun askıda oluşu alabildiğine normal bir görüntüydü
sahafın komşusu için ölümün konuşulduğu bir sohbette. Hayırdır siz? Kaza
falan mı? Kaza kaza…büyük kaza..geçmiş olsun…geçmiş olsun aziz…sağ olun
azizim…
Sahafla arkadaşlıkları kitap alışverişinin ötesinde olmakla birlikte aziz sahafın yakın arkadaşı sayılmazdı..Yer yer sızlayan koluna bakarak “kimse de zaten yakın arkadaşı öldürülesiye dövülsün istemez” diye düşünürken aziz nereden başlayacağının ilk ışığı ile aydınlandı. “Dost olmayan” belki bir düşman, belki bir bilinmeyen..benim gibi… sayfaları kendisinden habersiz pazarlayan arkadaşının ölümüne dövülürken azizi izliyor oluşu günlerdir aklını meşgul ediyordu zaten ve şimdi neden sahaf”ın da böyle bir arkadaşı olabileceğini düşünüyordu? Bir sezgi mi? Kırık kolu yer yer ince ince sızlarken zihni bir karadeliğin etrafında oluşan ışıklı halkalar misali aydınlandı “sahaf öldürüldü-öldü/ben yaşıyorum-şimdilik!” ve yine bir karadeliğin etrafında oluşan ışıklı halkaların tıpkı gözünüz kapalıyken gözkapağınıza bastırılan bir cismin yarattığı basınçla içerde oluşan sahte renkli halkalar misali örneğin gözkapaklarınıza bastırılan buz torbası (son günlerde açık ya da kapalı yaşadığı tek aydınlanma suyun donma ısısı ve erime hızının sıcaklıkla ilişkisi üzerineydi) ile karanlıkta beliren renklerin karanlığı kesintiye uğratmadığı bir parça aydınlatmadığı gibi…yapay aydınlandı, şimdilik yaşıyorum!
İç sesi karanlık bir köşeden polise gitmesini söylerken aziz onu bastırarak henüz kendisini döven adamların bulunamayışını dayanak gösterip reddediyordu bu fikri. Hiç kimseye güvenemem..durdu..ne kadar da bir filmden araklanmış bir cümle gibiydi…Ne yapacağı hakkında zerre fikri olmaksızın, 30 dakikada Arapça ya da Grekçe öğrenilemeyeceğinin e kimseye de güvenemeyecekse herhangi bir bilgiye ulaşamayacağının septik bilgisi ile şaşkın şaşkın bir kolu askıda diğer eli cebinde dükkanın önünde duruyordu. Sahafın komşusuna mı anlatmalıydı her şeyi, her şeyi? Neyi mesela diye çıkıştı kendine aziz. Bu yazma benim kitapların arasına karışmış sizin vefat eden arkadaşınız tarafından benim kitaplarımın arasında bana verilmiş, benim 20 yıllık arkadaşım ben rakı almaya gidince gördüğü bu yazmayı yine aynı hızla nereden tanıdığını bilmediğim ve elleri hiç de hafif olmayan birtakım-evet bir takım olmalılar- adamlara benim rızam olmaksızın satmış, ölümümü göze alarak bu ticareti gerçekleştirmiş, bendeniz eşek sudan gelinceye kadar dövülmüş, kafatasım dahil tüm bedenimde kırılmadık yer kalmamış biri olarak “bu kitabı size vermeyi istiyorum” mu? Bu kadar silik bir davranış olamaz aziz. Evet olamaz. Peki burada durup beni ikinci kez bulmalarını mı bekleyeceğim ya da kitabı okuyabilmek için hem arapça hem Grekçe’yi 30 dakikada öğrenirken bir daha dayak yememek için uzak doğu dövüş sporlarını nasıl öğreneceğim? Hı? Yok tabi. Cevap vermezsin aziz..verme zaten… Sahafın komşusu azize gözleri iki büyüteç camıymış gibi dikkatli bakıyor (gözlükleriyle ilişkili değil -dikkatine atfen söylenmiş bir cümle) bakıyor….iyi misiniz?, biraz oturun isterseniz….aziz gitmeye karar vermiş, yine geleceğini ve bundan sonra kendisinden kitap almak istediğini söyleyerek izin isterken sahafın komşusu sahaftan , tek soru zihninde: güvenmek için mi bilgiye, bilgi için mi güvenmeye ihtiyaç var?
Sahafla arkadaşlıkları kitap alışverişinin ötesinde olmakla birlikte aziz sahafın yakın arkadaşı sayılmazdı..Yer yer sızlayan koluna bakarak “kimse de zaten yakın arkadaşı öldürülesiye dövülsün istemez” diye düşünürken aziz nereden başlayacağının ilk ışığı ile aydınlandı. “Dost olmayan” belki bir düşman, belki bir bilinmeyen..benim gibi… sayfaları kendisinden habersiz pazarlayan arkadaşının ölümüne dövülürken azizi izliyor oluşu günlerdir aklını meşgul ediyordu zaten ve şimdi neden sahaf”ın da böyle bir arkadaşı olabileceğini düşünüyordu? Bir sezgi mi? Kırık kolu yer yer ince ince sızlarken zihni bir karadeliğin etrafında oluşan ışıklı halkalar misali aydınlandı “sahaf öldürüldü-öldü/ben yaşıyorum-şimdilik!” ve yine bir karadeliğin etrafında oluşan ışıklı halkaların tıpkı gözünüz kapalıyken gözkapağınıza bastırılan bir cismin yarattığı basınçla içerde oluşan sahte renkli halkalar misali örneğin gözkapaklarınıza bastırılan buz torbası (son günlerde açık ya da kapalı yaşadığı tek aydınlanma suyun donma ısısı ve erime hızının sıcaklıkla ilişkisi üzerineydi) ile karanlıkta beliren renklerin karanlığı kesintiye uğratmadığı bir parça aydınlatmadığı gibi…yapay aydınlandı, şimdilik yaşıyorum!
İç sesi karanlık bir köşeden polise gitmesini söylerken aziz onu bastırarak henüz kendisini döven adamların bulunamayışını dayanak gösterip reddediyordu bu fikri. Hiç kimseye güvenemem..durdu..ne kadar da bir filmden araklanmış bir cümle gibiydi…Ne yapacağı hakkında zerre fikri olmaksızın, 30 dakikada Arapça ya da Grekçe öğrenilemeyeceğinin e kimseye de güvenemeyecekse herhangi bir bilgiye ulaşamayacağının septik bilgisi ile şaşkın şaşkın bir kolu askıda diğer eli cebinde dükkanın önünde duruyordu. Sahafın komşusuna mı anlatmalıydı her şeyi, her şeyi? Neyi mesela diye çıkıştı kendine aziz. Bu yazma benim kitapların arasına karışmış sizin vefat eden arkadaşınız tarafından benim kitaplarımın arasında bana verilmiş, benim 20 yıllık arkadaşım ben rakı almaya gidince gördüğü bu yazmayı yine aynı hızla nereden tanıdığını bilmediğim ve elleri hiç de hafif olmayan birtakım-evet bir takım olmalılar- adamlara benim rızam olmaksızın satmış, ölümümü göze alarak bu ticareti gerçekleştirmiş, bendeniz eşek sudan gelinceye kadar dövülmüş, kafatasım dahil tüm bedenimde kırılmadık yer kalmamış biri olarak “bu kitabı size vermeyi istiyorum” mu? Bu kadar silik bir davranış olamaz aziz. Evet olamaz. Peki burada durup beni ikinci kez bulmalarını mı bekleyeceğim ya da kitabı okuyabilmek için hem arapça hem Grekçe’yi 30 dakikada öğrenirken bir daha dayak yememek için uzak doğu dövüş sporlarını nasıl öğreneceğim? Hı? Yok tabi. Cevap vermezsin aziz..verme zaten… Sahafın komşusu azize gözleri iki büyüteç camıymış gibi dikkatli bakıyor (gözlükleriyle ilişkili değil -dikkatine atfen söylenmiş bir cümle) bakıyor….iyi misiniz?, biraz oturun isterseniz….aziz gitmeye karar vermiş, yine geleceğini ve bundan sonra kendisinden kitap almak istediğini söyleyerek izin isterken sahafın komşusu sahaftan , tek soru zihninde: güvenmek için mi bilgiye, bilgi için mi güvenmeye ihtiyaç var?
TRAPEZ, MOTORSİKLET VE AŞKIN DENGELERİ ÜSTÜNE “Sirk” /Kayıhan Keskinok Sergisinden*
Oldukça uzun sayılabilecek bir süre bakıyorum resimlere, “Trapez ve
motorsiklet ne kadar da bir aşkın dengeleri üstüne… Denge imkânsız,
ancak; belki bir dengesizlikle kurulabilir” diye yazıyorum, küçük, lila,
cadı ajandama… Bir motorsikletin üstünde trapez’e ulaşmaya çalışan
figür’e fısıldıyorum…“çok düşeceksin ama… Çok acıyacaksın…”gülümsüyor,
gülümsüyorum… Yine de çıkıyoruz trapeze…
Kayıhan Keskinok’un “Sirk” temalı resimlerinin birbirinden farklı zaman ve mekanlara ait sirk gösterilerinin üst üste bindirilmiş görüntülerinden oluşuyormuş hissi, ortak bir imgelem belleğinde modern zamanlı bir kolajla kesitlenmiş bir sirk’e dönüşüyor izleyicisinin karşısında. Cesur ve bütünüyle gösterisinin (-ve belki gösterişinin) ustası kadınlar, kadınların şiirsel hareketleriyle kıyaslandığında merkezi bir gücü (-ve belki dengeyi) vurgulayan erkekler… hareketlerindeki tekrarlarla devinim yaratan atlar, antik zaman torsları, arsanlar, güvercinler, parlak sarı, parlak turuncu küreler ve resme hakim olan tül ve saten hissine tezat mekanik dünyaya ait pırıl pırıl bir motorsiklet sizi bir kez daha kendi iç dengeleriniz ve aşka dair bildikleriniz üzerine sorguya götürüyor...
Sanatçının herhangi bir zamanı imlemeyen mekân oluşturma gücü olsa olsa bir “düş” ya da ancak “gerçek” olabilir bu resimlerdeki gösteriler diye düşünmenize neden oluyor. Örneğin bir resmi ya da daha doğru bir ifadeyle resme konu edileni tarihlendirebilmek, bir tahminde bulunabilmek için giysilere-kostümlere, mekâna, mekânın kurgulanışındaki fiziksel unsurlara, objelere bakmak mümkündür. Keskinok’un mekân yaratmadaki zarafeti gücünü sağlam desenlerinden ve renklerden alıyor. Renkler mekana dönüşürken zamanı tonlarında eritiyor. Keskinok’un her biri bir sirke ait olabilecek figür ve objeleri kendi gerçeküstü denilebilecek renkleri ve mekân anlayışıyla “gerçek” ten yalıtmış olması resimleri bir Sirk’in ta kendisi ve aynı zamanda bir sirk’in soyutlaması gibi algılamamıza neden olmaktadır. Tam da bu noktada kavramlar zihni ziyaret eder… Sanatçının trapezleri, atları, motorsikleti ve birbirlerine uzanmaya-ulaşmaya çalışan figürleri, yüksekte yer alan çiftleri ve denge gösterileri yapan tek figürleri kullanması bir sirkte bulunanlar gereğinden çok bir karşılıklı olma ve karşılıklı devinim için denge koruma, denge oluşturma ya da tehlikeli denge gösterileriyle her an yitirilebilecek bir zafer arayışına atıfta bulunur nitelikte görünmektedir. İç içe, birbirinin üstünde devinen görüntüler zamanı olmayan fakat akışı, bir hızı olan ve bu yolla gerçeklik kazanan hisler evrenini oluşturuyor gibidir. Tekrarlanan hareketler, nesneler ve hakim renkler bir düşüncenin, bir kavramın etkili bir şekilde anlatılmasına hizmet ederken bir o kadar düşsel ve açıklanamaz oluşuna da işaret etmektedir…
Trapez; düşsel bir atmosferin şiirsel dengesi, güvenin ve tek olmanın çift kişilik dansının ancak çok yükseklerde yapılabileceğinin çağrışımı… Atlar, özgürlüğün ve boyun eğmezliğin imgesi ve çoğu kez hızı belki hız tutkusunu simgeleyen motorsiklet… Durmaksızın ışığın ve rengin tülden etkisiyle devinirken Keskinok’un “Sirk”inde; kendinizi, bu resimler aşkı ve zamanı anlatmak için yapılmamış, bu resimler aşktan ve zamandan yapılmış derken bulmanız mümkün. *(Marsseh- Gazi Üniversitesi Resim Heykel Müzesi 23 Kasım 2007-20 Ocak 2008)
Kayıhan Keskinok’un “Sirk” temalı resimlerinin birbirinden farklı zaman ve mekanlara ait sirk gösterilerinin üst üste bindirilmiş görüntülerinden oluşuyormuş hissi, ortak bir imgelem belleğinde modern zamanlı bir kolajla kesitlenmiş bir sirk’e dönüşüyor izleyicisinin karşısında. Cesur ve bütünüyle gösterisinin (-ve belki gösterişinin) ustası kadınlar, kadınların şiirsel hareketleriyle kıyaslandığında merkezi bir gücü (-ve belki dengeyi) vurgulayan erkekler… hareketlerindeki tekrarlarla devinim yaratan atlar, antik zaman torsları, arsanlar, güvercinler, parlak sarı, parlak turuncu küreler ve resme hakim olan tül ve saten hissine tezat mekanik dünyaya ait pırıl pırıl bir motorsiklet sizi bir kez daha kendi iç dengeleriniz ve aşka dair bildikleriniz üzerine sorguya götürüyor...
Sanatçının herhangi bir zamanı imlemeyen mekân oluşturma gücü olsa olsa bir “düş” ya da ancak “gerçek” olabilir bu resimlerdeki gösteriler diye düşünmenize neden oluyor. Örneğin bir resmi ya da daha doğru bir ifadeyle resme konu edileni tarihlendirebilmek, bir tahminde bulunabilmek için giysilere-kostümlere, mekâna, mekânın kurgulanışındaki fiziksel unsurlara, objelere bakmak mümkündür. Keskinok’un mekân yaratmadaki zarafeti gücünü sağlam desenlerinden ve renklerden alıyor. Renkler mekana dönüşürken zamanı tonlarında eritiyor. Keskinok’un her biri bir sirke ait olabilecek figür ve objeleri kendi gerçeküstü denilebilecek renkleri ve mekân anlayışıyla “gerçek” ten yalıtmış olması resimleri bir Sirk’in ta kendisi ve aynı zamanda bir sirk’in soyutlaması gibi algılamamıza neden olmaktadır. Tam da bu noktada kavramlar zihni ziyaret eder… Sanatçının trapezleri, atları, motorsikleti ve birbirlerine uzanmaya-ulaşmaya çalışan figürleri, yüksekte yer alan çiftleri ve denge gösterileri yapan tek figürleri kullanması bir sirkte bulunanlar gereğinden çok bir karşılıklı olma ve karşılıklı devinim için denge koruma, denge oluşturma ya da tehlikeli denge gösterileriyle her an yitirilebilecek bir zafer arayışına atıfta bulunur nitelikte görünmektedir. İç içe, birbirinin üstünde devinen görüntüler zamanı olmayan fakat akışı, bir hızı olan ve bu yolla gerçeklik kazanan hisler evrenini oluşturuyor gibidir. Tekrarlanan hareketler, nesneler ve hakim renkler bir düşüncenin, bir kavramın etkili bir şekilde anlatılmasına hizmet ederken bir o kadar düşsel ve açıklanamaz oluşuna da işaret etmektedir…
Trapez; düşsel bir atmosferin şiirsel dengesi, güvenin ve tek olmanın çift kişilik dansının ancak çok yükseklerde yapılabileceğinin çağrışımı… Atlar, özgürlüğün ve boyun eğmezliğin imgesi ve çoğu kez hızı belki hız tutkusunu simgeleyen motorsiklet… Durmaksızın ışığın ve rengin tülden etkisiyle devinirken Keskinok’un “Sirk”inde; kendinizi, bu resimler aşkı ve zamanı anlatmak için yapılmamış, bu resimler aşktan ve zamandan yapılmış derken bulmanız mümkün. *(Marsseh- Gazi Üniversitesi Resim Heykel Müzesi 23 Kasım 2007-20 Ocak 2008)
Sümbül Teber/II
Sadece sümbül tebere anlatabileceğim şeyler olduğunu düşünüyorum.
Sadece onun beni anlayabileceği durumların olduğunu..bu önce huzur
veriyor. Birisi beni anlayabilir..eğer anlatabilseydim.. yokluğu ile
birlikte bu fikir sinir bozucu ve anlaşılmaz.
-bu fotoğrafta sümbülteber ve ben daha yakın görünüyoruz (öyleyse ben ona onu sevdiğimi söylemiş olmalıyım) bunda ise o dikkatle bir şeye bakıyor…neredeydik?
Temel soru bir insanın herşeye ait herşeyi unutup nasıl olur da bir insana ait hiçbir şeyi unutmuyor oluşu…ve büyük olasılıkla bir hayale ait hiçbirşeyi unutmuyor oluşu. Sümbülteber bir hayal bir kahramandır, çayı üç şekerli içer ve ben sanırım şekersiz içiyorum..öğleden sonraları paydosla hanım arkadaşlarından birinin koluna girip “biliyor musun” la başlayan bir cümleyi uzun bir tebessümle sürdürür..sonra özür dilercesine ayrılır arkadaşının kolundan…evet özür dilermiş gibi ayrılır. Özür dilemek…ben özür dileyen biri değilim sanırım, böyle olmam gerektiğini elbette öğretmişlerdir..öyleyse olmayı denemeli, mi,? Özür dilemem gerektiğini sanmıyorum…kendimi böyle seveceğim..yazarın hafıza kaybından sonra..bu fırsatı değerlendirip bu öykünün sonunda kendimi koşulsuz seven bir “kahraman” olmalıyım….
Kahraman: Bir oyunun gelişmesinde, seyirciyi kendiyle özdeşleştiren, en önemli oyun kişisi, Bir edebiyat eserinde, olayların merkezi durumunda olan kimse, Oyunun baş kişisi bk. Protagonist, Anlatı ya da oyunlarda önde gelen kişiler, Köken: Farsça: Cinsiyet: Erkek 1. Yiğit, cesur. 2. Bir olayın, serüvenin başlıca kişisi. 3. Sessiz, yumuşak kimse.
Birini kurtarmam gerekmiyor muydu?
Yazarın hafıza kaybının ardından kendi bitmeyen kitabına duyduğu ilgi bir başka yazarın kitabına duyduğundan farklı değil. Ve üstelik şimdi “kahraman”ın ağzından dinlediği öykü ile bir sümbül teber bulamazsa hayatının sonuna kadar derin bir yalnızlık ve yoksunluk hissi duyacağını düşünüyor..
Bir kadın olmalı…bir kadını çok seviyor olmalıyım..? kimseye anlatmadım mı?
-Onlarca kez sümbülteber’in öykü kahramanın olduğunu, onu izlediğini söyledin, hatta onu takip ettiğini..
-peki onu seviyor muyum?
-doktorunu ara, ilk fırsatta görüşelim..üzülme halledeceksin.
-hafızamı kaybettim ben
-hiçbir şeyini kaybetmedin, saçmalama, cüzdan mı bu? Ne demek hafızamı kaybettim? Bul o zaman.
Neyi?
Neyi hatırlamak ister insan? Bilinç bilinçli bir silmeyi bu denli profesyonel olarak gerçekleştirebilir mi?
Evet sen iyi bir yazarsın….
Nasıl bir adam bu ? Kendisine yapması gerekenleri söylüyor..
-öğleden sonra baskı için zaman iste..yalan söyleme..bitmedi de.
Bir sabah uyanınca gregor samsa’ydım demek gibi bir şey bu…Kim? Kimin öyküsünü yazıyordum..ortada yazarın hafıza kaybı, dolayısıyla öykünün kahramanının hafıza kaybı, herşeyden habersiz bir sümbül teber, şaşkın bir yayın evi, günde mutlak bir kez arayan ve “nasıl olduğumu” soran bir doktor (parasını sigortadan alıyor olmalı- iyi bir şirket olmalı) ve lanet bir kitap, lanet yarım bir hayat….yaratıcı güç….başka şeyler seviyor olabilir miyim? Örneğin hep mi yazar olmayı istemiştim, belki bir tur rehberi hı?? Belki bir posta memuru? Başka hiçbir şey istememiş olabilir miyim? Annem sakin, sorularımı yanıtlıyor (doktor gerçekten iyi olmalı) kitap okumayı severdin, hayalgücün hep övgü dolu sözler almıştır..botanikten söz ederdin, leyla’nın çiçeklerine birlikte bakardınız, başka çocuk hayvanları sever ama sen kesinlikle çiçekleri seviyorsun.
“bir botanik uzmanı, botanikçi,adı her neyse o’yum ben.evet ben.bir botanik uzmanıyım.”
Saçmalamayı keser misin? Sen bir yazarsın, bak bunları da sen yazdın, evinde sadece üç saksı çiçek ama yüzlerce kitap var..bak bakalım etrafına sence burada bir botanik uzmanı mı yaşıyor? Hem sonra bunu niye yapıyorsun? Ben bu denli aklından kurtulmaya çalışan bir adam daha tanımadım oğlum..kızlar falan..takıl ya biraz..rahat bırak kendini, güven arkadaşına..sen bir yazarsın..oki..
-düşünmeliyim.
-bu fotoğrafta sümbülteber ve ben daha yakın görünüyoruz (öyleyse ben ona onu sevdiğimi söylemiş olmalıyım) bunda ise o dikkatle bir şeye bakıyor…neredeydik?
Temel soru bir insanın herşeye ait herşeyi unutup nasıl olur da bir insana ait hiçbir şeyi unutmuyor oluşu…ve büyük olasılıkla bir hayale ait hiçbirşeyi unutmuyor oluşu. Sümbülteber bir hayal bir kahramandır, çayı üç şekerli içer ve ben sanırım şekersiz içiyorum..öğleden sonraları paydosla hanım arkadaşlarından birinin koluna girip “biliyor musun” la başlayan bir cümleyi uzun bir tebessümle sürdürür..sonra özür dilercesine ayrılır arkadaşının kolundan…evet özür dilermiş gibi ayrılır. Özür dilemek…ben özür dileyen biri değilim sanırım, böyle olmam gerektiğini elbette öğretmişlerdir..öyleyse olmayı denemeli, mi,? Özür dilemem gerektiğini sanmıyorum…kendimi böyle seveceğim..yazarın hafıza kaybından sonra..bu fırsatı değerlendirip bu öykünün sonunda kendimi koşulsuz seven bir “kahraman” olmalıyım….
Kahraman: Bir oyunun gelişmesinde, seyirciyi kendiyle özdeşleştiren, en önemli oyun kişisi, Bir edebiyat eserinde, olayların merkezi durumunda olan kimse, Oyunun baş kişisi bk. Protagonist, Anlatı ya da oyunlarda önde gelen kişiler, Köken: Farsça: Cinsiyet: Erkek 1. Yiğit, cesur. 2. Bir olayın, serüvenin başlıca kişisi. 3. Sessiz, yumuşak kimse.
Birini kurtarmam gerekmiyor muydu?
Yazarın hafıza kaybının ardından kendi bitmeyen kitabına duyduğu ilgi bir başka yazarın kitabına duyduğundan farklı değil. Ve üstelik şimdi “kahraman”ın ağzından dinlediği öykü ile bir sümbül teber bulamazsa hayatının sonuna kadar derin bir yalnızlık ve yoksunluk hissi duyacağını düşünüyor..
Bir kadın olmalı…bir kadını çok seviyor olmalıyım..? kimseye anlatmadım mı?
-Onlarca kez sümbülteber’in öykü kahramanın olduğunu, onu izlediğini söyledin, hatta onu takip ettiğini..
-peki onu seviyor muyum?
-doktorunu ara, ilk fırsatta görüşelim..üzülme halledeceksin.
-hafızamı kaybettim ben
-hiçbir şeyini kaybetmedin, saçmalama, cüzdan mı bu? Ne demek hafızamı kaybettim? Bul o zaman.
Neyi?
Neyi hatırlamak ister insan? Bilinç bilinçli bir silmeyi bu denli profesyonel olarak gerçekleştirebilir mi?
Evet sen iyi bir yazarsın….
Nasıl bir adam bu ? Kendisine yapması gerekenleri söylüyor..
-öğleden sonra baskı için zaman iste..yalan söyleme..bitmedi de.
Bir sabah uyanınca gregor samsa’ydım demek gibi bir şey bu…Kim? Kimin öyküsünü yazıyordum..ortada yazarın hafıza kaybı, dolayısıyla öykünün kahramanının hafıza kaybı, herşeyden habersiz bir sümbül teber, şaşkın bir yayın evi, günde mutlak bir kez arayan ve “nasıl olduğumu” soran bir doktor (parasını sigortadan alıyor olmalı- iyi bir şirket olmalı) ve lanet bir kitap, lanet yarım bir hayat….yaratıcı güç….başka şeyler seviyor olabilir miyim? Örneğin hep mi yazar olmayı istemiştim, belki bir tur rehberi hı?? Belki bir posta memuru? Başka hiçbir şey istememiş olabilir miyim? Annem sakin, sorularımı yanıtlıyor (doktor gerçekten iyi olmalı) kitap okumayı severdin, hayalgücün hep övgü dolu sözler almıştır..botanikten söz ederdin, leyla’nın çiçeklerine birlikte bakardınız, başka çocuk hayvanları sever ama sen kesinlikle çiçekleri seviyorsun.
“bir botanik uzmanı, botanikçi,adı her neyse o’yum ben.evet ben.bir botanik uzmanıyım.”
Saçmalamayı keser misin? Sen bir yazarsın, bak bunları da sen yazdın, evinde sadece üç saksı çiçek ama yüzlerce kitap var..bak bakalım etrafına sence burada bir botanik uzmanı mı yaşıyor? Hem sonra bunu niye yapıyorsun? Ben bu denli aklından kurtulmaya çalışan bir adam daha tanımadım oğlum..kızlar falan..takıl ya biraz..rahat bırak kendini, güven arkadaşına..sen bir yazarsın..oki..
-düşünmeliyim.
RUA; "Pamuk prenses'e sakın inanma"
Tüm bunlar için zamanımın yeteceğini düşünmüyorum. “ Bana bunu neden
yapıyorsun. Bana bunu neden yapıyorsun” diyor. Öğrenmesi bir şeyi
değiştirecekmiş gibi ısrarlı. Cevaba ulaşması sonu değiştirecekmiş gibi
bencil, heyecanlı ve belk iyi bir okuyucu. İyi bir yama üstadı. puzzle
bilgesi. İşte işte falan filan. “Bana bunu neden yapıyorsun.”
Sinirleniyorum. Üç kez söylüyorum kendime; “Kontrollü ol. Kontrolünü kaybetme. Kontrolünü kaybetme.” Elimde tuttuğum parlak yer yer kararmış ortalama bir yetkinliğin ürünü pirinç bir mücevherat kutusu ve belki ustasının olgunluk dönemine ait bir işçilik benim ortalama dediğim. Fark etmez. Çok büyük değil ama biraz ağır. Buna daha önce ayağıma düştüğünde karar vermiştim.
Ağır.
Bu mücevherat kutusu çok büyük değil fakat ağırdır.
Daha önce rastlantısal bir devinim sonucu sınanmıştır. Karar verilmiştir ağırlığına. Peki, bunu buraya kim koymuştur. İçindekiler ağırlığının ne kadarıdır. Usta işi midir yoksa bir çıraklık imtahanı mıdır? Falandır filandır.
Ne demişti? Bir dakika durup düşünmeliyim. “Kendini sınamak aklına gelmiyorsa sonsuza dek usta görünümlü çıraksındır. Muhteşem. Hem de nerde? Ben köprünün üstünde kömür kalemle çizilmiş bir eskizi sımsıkı tutup rüzgâra karışan sözlerini seçmeye çalışırken. Güney Afrika zebraları ve nemlilik oranıyla bulutluluk oranı arasındaki benzerliği, farklılığı, aynılığı, vs. merak edip – eve dönüp hemen bakmak için pansuman saatimin geldiği yalanını uydurarak hızla köprüyü geçerken bu sözü tamamen unutmuş olduğumu düşünüyordum. Kutsal hafıza. Belleğin kusursuz kaydı. Rua “dönüşerek çağrışımlama” diyordu buna.
Bir metaforu objesinden- nesnesinden ayıran incecik çizgi hangisidir?
a) Objenin varoluşunun özgeliği
b) Metaforun subjektif tasarı oluşu
c) Göstergebilim
d) Duygulanım (Metafordan bahsederken dudak kıyınıza yerleşen bir tebessüm, göz
kıyınızdaki bir çizgi, vs)
e) Hepsi
Bir merdiveni simurg inadı ve kararlılığıyla kat edip yukarı en üst kata çıkarken bir pusulaya ihtiyacım var diyorum Rua’ya –bina eski, duvarları sarı- bir metafor olarak mı diyor. Gerçekten bir pusulaya ihtiyacım var. Bu ne demek şimdi. Üstelik kapalı mekanlarda yön duygum çok ama çok zayıftır. Rua gülüyor. Engel olmaya çalışmadan gülüyor üstelik. Küçük deftere bakmalıyım. Mutlaka çalışmış olmalıyım. Rua sonunda bilge ağzını açıyor.
İşte (mağara, işte mimesis 60dakikada sanat felsefesi.sonra saatlerce darmadağın) Gözlerime bakıyor. Çok dikkatli bakıyor. Sanki bütün usta hokkabazlığımla gizlediğim, parçaladığım –kesip birleştirdiğime inandırıp alkışlarımı alıp alkışlarıma yapışıp kuliste parçalarını birleştirmeye çalıştığım güzel kadına her seferinde bıçağı daha dikkatli kullanacağıma söz vererek, bir kez daha, bir kez daha – nefret ediyorum tüm illüzyonumun sırrına varır gibi bakıyor oluşundan.
Daha önce –bilgelik ne kadar nezaket içerir diye sormuştum. Hayır sormamıştım. Nezaket gereği sormamış şu an da sorumun cevabına ermiş aptallığımla yüzleşmiştim. buydum ben evet. Rua; kendime haksızlık ettiğimi düşünüp benim için bir cellât ve esirgeyen olmayı sürdürürken ben sanıyorum şu an geldiğim yere gelmek için ciddi bir çaba harcıyordum. Peki, ben buraya nasıl geldim. İçeri girerken gören olmadı mı hiç. Hiç gören olmadı mı? Hiç mi? Aptal soru. Buradan kastım yer değil benim durum diyorum. Saçmalama diyor beni sokaklardan geçirdin sen. Gizledin. Gizlice getirdin buraya diyor… Hayır, aslında sorunun cevabı bu değil ama farklı bir yaklaşım, hoşuma gitti diyorlardı. Hayır demiyorlardı. Bunu diyerek öğretmiyorlardı. Sonsuz eğitim. Pavlov pavlov müthiş dahi, eğitimli köpekler, iplerinden tutmasına izin vererek sahiplerinin ilerliyorlar sonsuz bir karanlıkta. Kimse kör değil. Sonsuz deme derdi Rua bu kadar fütursuz olma. Sonsuz dediğin şeyin ne olduğuna dair bir fikrin var mı senin.
Peki benim burada ne işim var? Bu soruyu sence de kendine sorman gerekmiyor mu diyorum. –bu köşeye sıkışma, bu köşeye sıkışma, peyniri yeme, edimsel koşullanmanın sırrına deneyerek ulaşılması gerekmez. Zili duy. Labirenti geç. Salya. Peynir… Sakın canını yakmama izin verme…- sesini yükseltiyor- büyük talihsizlik- aynı soruyu benzer şekillerde bağırarak soruyor- büyük aptallık- tabiî ki cevap vermiyorum.
Neden olduğuna dair en ufak fikrim bile yok ama belki biraz açıklamaya çalışmamın ikimiz için de iyi olacağı gibi şimdi farkına vardığım saçma bir fikre istinaden pencerenin yanındaki koltuğa oturmasını sağlayıp –masadaki sardunyayı sulamalıyım- karşısına bir sandalye çektiğimi görseydi Rua; çok zarif, kimmiş bu oyunun yönetmeni? Diyor olurdu mutlak ama- Rua yok burada, Rua burada değil, görmeyecek, bilmeyecek, olmayacak,- hiç cevap vermeden sürekli soran insanlar var. Evet, gerçekte insan böyle bir şey, eti ye zili duy salya ama aslına bakılırsa doğası bu bilginin, ulaşması zor. Bilgi cevap vermeye yaramaz. Cevaptan ve sorudan bağımsız bilginin detaylı incelemesini yapmayı unutmamak için bir an kalkıp çekmeceden küçük defteri alırken “çekmece meleği adımı yalan der “diyordu şair. Aynalı dolapların önünde duruyordu. Dönüp baksaydım. “burnundan akan kan kardelen kokuyordu.”dönüp baksaydım. Varlığına eminim. Sesini duyuyorum “ pamuk prensesin başında en çok ağlayan iki cüceden biri sensin biri ben” cevaplardan bağımsız sorular, bilimsel değil ama bir bakmalı aslında düşünmelisin diye not alıyorum. Bizim pamuk prensesimiz. Saçmalama masal böyle değildi diyen pamuk prensesimiz. Çekmeceyi kapatıp – çekmece meleği adımı yalan der, hayat bir melek sen de çekmece ol demişti. Şimdi anlıyorum kuytu-dingin-kusursuz-sesten ve ışıktan yalıtılmış-sonsuz bizim-ardıma dönüyorum. Aynalı dolabın önünde durup gözlerime bakıyorum- “ama hep aynı sözleri veriyor ve hep aynı bıçakla aynı şekilde canımı acıtıyorsunuz, artık dayanamayacağım ve gitmek istiyorum. Üstelik benim canım acıyor fakat alkışı siz alıyorsunuz sonra uğraş dur pansumanla. Neymiş efendim usta sihirbaz, büyük gösteri, saçmalık! O bıçaklar gerçek bile değil diyorum. Siz öyle sanın diyor son kez çıkarken kulisten. Makyajını silmeyi unuttun diyorum fısıltıyla ben, kimse görmüyor nasılsa diye düşünüyor o.
Rua’nın ellerinin titremesi olanaksız. El yazısının bozulmasına tercih ederdi konuştuğu dili unutmaya… uzun süre ortalarda dolaşma.1524-15847-6697 Kennedy/ PS : pamuk prensese sakın inanma..
Ama sizi uyarmışlardı sevgili cüceleriniz. Saçmalama masal böyle değildi diyor. Özellikle nemli olurdu saçları yaz sıcağında serinliği çağrışımlamak için- sardunyayı sulamalıyım- saçları ellerimde terden nemli. Pencereyi açmadım hiç. Günlerdir pencereden bakmadım bile. Rua öyle söyledi diye. Günlerdir. O kadar uzun ki. Pirinç mücevherat kutusu elimde beni buraya neden getirdin diyor, kim getirdi buraya bu pirinç mücevherat kutusunu diye düşünüyorum ben. Ve kapıyı açmamalıydınız, bu kadar aç olmamalıydınız. Yememeliydiniz elmayı –sefil fare, manivela koş koş,peynir, elektrik, bir daha o köşeye gitme, sakın öyle düşünme , düşünmek de ne sakın düşünme- yanılıyorsun ben böyle olmasını istemedim. Üzülmediğimi mi sanıyorsun. Herkes için böylesinin daha iyi olacağını. Sakindim çok çok ama çok zariftim o ana dek cevabımın yanlışlığını fark edip bilgeliğin sonsuz bir zarafet taşıdığını ama zarafetin tek başına duyular alemi olduğunu düşünüp idealar alemi ve mimesis çağrışımına teslim olmuşken. Bizim için böylesi diyor. Ağır olduğu konusunda ne kadar haklı olduğumu düşünüyorum pirinç mücevherat kutusunun ve şiddetin ağırlık üzerindeki etkisini incelemek için bkz. kütle –hız diye not almam gerektiğini.
Sinirleniyorum. Üç kez söylüyorum kendime; “Kontrollü ol. Kontrolünü kaybetme. Kontrolünü kaybetme.” Elimde tuttuğum parlak yer yer kararmış ortalama bir yetkinliğin ürünü pirinç bir mücevherat kutusu ve belki ustasının olgunluk dönemine ait bir işçilik benim ortalama dediğim. Fark etmez. Çok büyük değil ama biraz ağır. Buna daha önce ayağıma düştüğünde karar vermiştim.
Ağır.
Bu mücevherat kutusu çok büyük değil fakat ağırdır.
Daha önce rastlantısal bir devinim sonucu sınanmıştır. Karar verilmiştir ağırlığına. Peki, bunu buraya kim koymuştur. İçindekiler ağırlığının ne kadarıdır. Usta işi midir yoksa bir çıraklık imtahanı mıdır? Falandır filandır.
Ne demişti? Bir dakika durup düşünmeliyim. “Kendini sınamak aklına gelmiyorsa sonsuza dek usta görünümlü çıraksındır. Muhteşem. Hem de nerde? Ben köprünün üstünde kömür kalemle çizilmiş bir eskizi sımsıkı tutup rüzgâra karışan sözlerini seçmeye çalışırken. Güney Afrika zebraları ve nemlilik oranıyla bulutluluk oranı arasındaki benzerliği, farklılığı, aynılığı, vs. merak edip – eve dönüp hemen bakmak için pansuman saatimin geldiği yalanını uydurarak hızla köprüyü geçerken bu sözü tamamen unutmuş olduğumu düşünüyordum. Kutsal hafıza. Belleğin kusursuz kaydı. Rua “dönüşerek çağrışımlama” diyordu buna.
Bir metaforu objesinden- nesnesinden ayıran incecik çizgi hangisidir?
a) Objenin varoluşunun özgeliği
b) Metaforun subjektif tasarı oluşu
c) Göstergebilim
d) Duygulanım (Metafordan bahsederken dudak kıyınıza yerleşen bir tebessüm, göz
kıyınızdaki bir çizgi, vs)
e) Hepsi
Bir merdiveni simurg inadı ve kararlılığıyla kat edip yukarı en üst kata çıkarken bir pusulaya ihtiyacım var diyorum Rua’ya –bina eski, duvarları sarı- bir metafor olarak mı diyor. Gerçekten bir pusulaya ihtiyacım var. Bu ne demek şimdi. Üstelik kapalı mekanlarda yön duygum çok ama çok zayıftır. Rua gülüyor. Engel olmaya çalışmadan gülüyor üstelik. Küçük deftere bakmalıyım. Mutlaka çalışmış olmalıyım. Rua sonunda bilge ağzını açıyor.
İşte (mağara, işte mimesis 60dakikada sanat felsefesi.sonra saatlerce darmadağın) Gözlerime bakıyor. Çok dikkatli bakıyor. Sanki bütün usta hokkabazlığımla gizlediğim, parçaladığım –kesip birleştirdiğime inandırıp alkışlarımı alıp alkışlarıma yapışıp kuliste parçalarını birleştirmeye çalıştığım güzel kadına her seferinde bıçağı daha dikkatli kullanacağıma söz vererek, bir kez daha, bir kez daha – nefret ediyorum tüm illüzyonumun sırrına varır gibi bakıyor oluşundan.
Daha önce –bilgelik ne kadar nezaket içerir diye sormuştum. Hayır sormamıştım. Nezaket gereği sormamış şu an da sorumun cevabına ermiş aptallığımla yüzleşmiştim. buydum ben evet. Rua; kendime haksızlık ettiğimi düşünüp benim için bir cellât ve esirgeyen olmayı sürdürürken ben sanıyorum şu an geldiğim yere gelmek için ciddi bir çaba harcıyordum. Peki, ben buraya nasıl geldim. İçeri girerken gören olmadı mı hiç. Hiç gören olmadı mı? Hiç mi? Aptal soru. Buradan kastım yer değil benim durum diyorum. Saçmalama diyor beni sokaklardan geçirdin sen. Gizledin. Gizlice getirdin buraya diyor… Hayır, aslında sorunun cevabı bu değil ama farklı bir yaklaşım, hoşuma gitti diyorlardı. Hayır demiyorlardı. Bunu diyerek öğretmiyorlardı. Sonsuz eğitim. Pavlov pavlov müthiş dahi, eğitimli köpekler, iplerinden tutmasına izin vererek sahiplerinin ilerliyorlar sonsuz bir karanlıkta. Kimse kör değil. Sonsuz deme derdi Rua bu kadar fütursuz olma. Sonsuz dediğin şeyin ne olduğuna dair bir fikrin var mı senin.
Peki benim burada ne işim var? Bu soruyu sence de kendine sorman gerekmiyor mu diyorum. –bu köşeye sıkışma, bu köşeye sıkışma, peyniri yeme, edimsel koşullanmanın sırrına deneyerek ulaşılması gerekmez. Zili duy. Labirenti geç. Salya. Peynir… Sakın canını yakmama izin verme…- sesini yükseltiyor- büyük talihsizlik- aynı soruyu benzer şekillerde bağırarak soruyor- büyük aptallık- tabiî ki cevap vermiyorum.
Neden olduğuna dair en ufak fikrim bile yok ama belki biraz açıklamaya çalışmamın ikimiz için de iyi olacağı gibi şimdi farkına vardığım saçma bir fikre istinaden pencerenin yanındaki koltuğa oturmasını sağlayıp –masadaki sardunyayı sulamalıyım- karşısına bir sandalye çektiğimi görseydi Rua; çok zarif, kimmiş bu oyunun yönetmeni? Diyor olurdu mutlak ama- Rua yok burada, Rua burada değil, görmeyecek, bilmeyecek, olmayacak,- hiç cevap vermeden sürekli soran insanlar var. Evet, gerçekte insan böyle bir şey, eti ye zili duy salya ama aslına bakılırsa doğası bu bilginin, ulaşması zor. Bilgi cevap vermeye yaramaz. Cevaptan ve sorudan bağımsız bilginin detaylı incelemesini yapmayı unutmamak için bir an kalkıp çekmeceden küçük defteri alırken “çekmece meleği adımı yalan der “diyordu şair. Aynalı dolapların önünde duruyordu. Dönüp baksaydım. “burnundan akan kan kardelen kokuyordu.”dönüp baksaydım. Varlığına eminim. Sesini duyuyorum “ pamuk prensesin başında en çok ağlayan iki cüceden biri sensin biri ben” cevaplardan bağımsız sorular, bilimsel değil ama bir bakmalı aslında düşünmelisin diye not alıyorum. Bizim pamuk prensesimiz. Saçmalama masal böyle değildi diyen pamuk prensesimiz. Çekmeceyi kapatıp – çekmece meleği adımı yalan der, hayat bir melek sen de çekmece ol demişti. Şimdi anlıyorum kuytu-dingin-kusursuz-sesten ve ışıktan yalıtılmış-sonsuz bizim-ardıma dönüyorum. Aynalı dolabın önünde durup gözlerime bakıyorum- “ama hep aynı sözleri veriyor ve hep aynı bıçakla aynı şekilde canımı acıtıyorsunuz, artık dayanamayacağım ve gitmek istiyorum. Üstelik benim canım acıyor fakat alkışı siz alıyorsunuz sonra uğraş dur pansumanla. Neymiş efendim usta sihirbaz, büyük gösteri, saçmalık! O bıçaklar gerçek bile değil diyorum. Siz öyle sanın diyor son kez çıkarken kulisten. Makyajını silmeyi unuttun diyorum fısıltıyla ben, kimse görmüyor nasılsa diye düşünüyor o.
Rua’nın ellerinin titremesi olanaksız. El yazısının bozulmasına tercih ederdi konuştuğu dili unutmaya… uzun süre ortalarda dolaşma.1524-15847-6697 Kennedy/ PS : pamuk prensese sakın inanma..
Ama sizi uyarmışlardı sevgili cüceleriniz. Saçmalama masal böyle değildi diyor. Özellikle nemli olurdu saçları yaz sıcağında serinliği çağrışımlamak için- sardunyayı sulamalıyım- saçları ellerimde terden nemli. Pencereyi açmadım hiç. Günlerdir pencereden bakmadım bile. Rua öyle söyledi diye. Günlerdir. O kadar uzun ki. Pirinç mücevherat kutusu elimde beni buraya neden getirdin diyor, kim getirdi buraya bu pirinç mücevherat kutusunu diye düşünüyorum ben. Ve kapıyı açmamalıydınız, bu kadar aç olmamalıydınız. Yememeliydiniz elmayı –sefil fare, manivela koş koş,peynir, elektrik, bir daha o köşeye gitme, sakın öyle düşünme , düşünmek de ne sakın düşünme- yanılıyorsun ben böyle olmasını istemedim. Üzülmediğimi mi sanıyorsun. Herkes için böylesinin daha iyi olacağını. Sakindim çok çok ama çok zariftim o ana dek cevabımın yanlışlığını fark edip bilgeliğin sonsuz bir zarafet taşıdığını ama zarafetin tek başına duyular alemi olduğunu düşünüp idealar alemi ve mimesis çağrışımına teslim olmuşken. Bizim için böylesi diyor. Ağır olduğu konusunda ne kadar haklı olduğumu düşünüyorum pirinç mücevherat kutusunun ve şiddetin ağırlık üzerindeki etkisini incelemek için bkz. kütle –hız diye not almam gerektiğini.
Uyuyan Güzel
Not: salak dadı evi terketmiş tüm gün çocuklara baktım bin yıl uyuyacağım uyandırma dolapta tavuk var ısıtırsın.
.
.
.
“UyandırmA” yeterince açık değil ..Mi ?sen? sen..sen de kimsin?
Günaydın
Kimsin?
İnternet tesisatçısı
İnter net ne?
Tesisatçı
Kamera şakası falan mı hahaha, Çocuklar nerede ?
Notunuza bakılırsa büyüdüler, mutlu oldular ve öldüler
Ne???
Bin yıl uyumuşsunuz
Uyandırmamış..
Uykunuz da biraz ağırmış hani
Buna inanabiliyor musunNNNN uyandırmamış….
Öyle yazmışsınız….
Evet ama
Evet ama ne? öyle yazılır ama öyle okunup anlaşılmaz mı? Ah siz eski sürümler yazıyı ne kadar da hafife aldınız..sizden bir yaşayanla konuşabilmek müthiş bişey…gezegen 19 haberlerine çıkmadan siz bikaç soru sorsam.
Gezegen 19 mu??
Evet ana haber..
Değişmeyeceğini biliyordum…olaylar,ölüler,alaylar,reklamlar…iç karartan gelişmeler,bir model poposuyla renklenmeye muhtaç hayatlar…bla bla
Aslında biz olay yeri simülasyonu kullanıyoruz oldukça heyecanlı olduğunu söyleyebilirim..neredeyse soluksuz izlenen bir sunum. Ekonomi haberlerini de aynı anda işleyen bahis sayaçlarıyla renklendiriyoruz…?
Bahis sayacı?
Evet aslına bakılırsa günlük tahminlerle ilgili küçük bir yarış
Milli piyango gibi mi?
Milli? Ne
Piyango?
Hiç duymadım.
Tanrım çocuklarım nerede benim? Kocam nerede? Ne kötü bir şaka bu
Şaka mı? Hiç sanmıyorum…büyükannem fazla uyumanın insan hayatında olumsuz sonuçlar doğurabileceğini söylemişti?
Olumsuz sonuç mu? Peki tamam….derin nefes alııp vericem, inanılmaz sakinim dur bakiim sen çocukların servis şoförü falan mısın? Başın cidden dertte bir ebeveynlle böyle dde dalga geçilmez ki…
Ah siz kadınlar hem 1000 yıl horul horul uyuyun uyanır uyanmaz da tüm yaşamınızın kusurlarını bir erkeğe fatura edin oh ne iyi..
Çok saçma.1000 yıl uyuyamayız ki
Neden olmasın? Zamanda boşluklar vardır hanımefendi…sizin için tekrarı oluşturan zaman aslında nano boşluklara sahiptir…ve o boşluklardan boyutlar arası geçiş mümkündür.
Ama nasıl
Bu iş için hazırlanmış gök-edim-zaman atlasları var…çocuklar bile biliyor bunu…ama sizin sürüm yerkürede affrikayı bile göstermekte zorluk çekiyordu.
Tek “f” ile
Ne?
Afrika, tek f ile
Ha. Tamam ve bu afrikayı bile gösteremediğiniz gerçeğini değiştirmez.
Peki ben nasıl buradayım o halde..
İyi dilek.
İyi dilek mi?
Hiç duymamış olamazsınız…noel baba-, peri anne, iyi yıllar vs gibi şeyler.
Yani?
Kocanız diyorum. Çok çekmiş olmalı
Ne?
Üzgünüm.
Yani siz onun mu bunu dilediğini söylüyorsunuz?
Başkası da olabilir tabi ama kombinasyon sayacı kocanızı işaret ediyor..büyük olasılıkla yani..
Buna inanamıyorum
Buna o da inanamıştır..hahaahahaa
Neresi komik bunun söyler misin?
Yani bir parça tavukla ömrünün sonuna dek sizi beklememiştir di mi. Hadi ama…
Tavuk..şey..büyüktü…
Saçma…
….
….
Ne olacak peki
Ne ne olacak?
Ne yapacağım yani?
Hımm organik tarım işletmelerinin üç yaşamlı formlarının tanıtımı öğleden sonra saat 2de, tenyly kubric’in portakalın manuel hali filminin galas..
Otomatik portakal ve stanley kubrick olmasın o
Yo yo hayır bu bizim de eleştirdiğimiz bir konu ancak yönetmen taklitin asılları yaşattığı gibi kesinlikle çağdışı bir fikri benimsiyor..ki bakılırsa haksız da sayılmaz fakat kişi kendi özgünlüğünü bir başkası için nasıl feda edebilir bunu anlamak çok zor. izlemeyebilirsiniz…devam edelim uykunun spiral serisi konulu digital sergi saat 19.da sezen aksu sanat galerisinde…
Tanrım sezen aksu…
Hadi ama ağlamayın. İsterseniz önce nano boşluklar yüzünden sizin gibi boyut değiştirmiş yabancılar için faaliyet gösteren gezegen simülerehabilitasyon merkezine gider sonra gök-edim-zaman atlasları yardımıyla kendinize burada kalmak istemezseniz gidecek daha iyi yerler bulursunuz..hı???lütfen ağlamayın….ve alice misali gözyaşlarından bir denizle gezegenler arası dip akıntıda seyahat için…uyuyun..uyuyun…güzel uyuyun…
.
.
.
“UyandırmA” yeterince açık değil ..Mi ?sen? sen..sen de kimsin?
Günaydın
Kimsin?
İnternet tesisatçısı
İnter net ne?
Tesisatçı
Kamera şakası falan mı hahaha, Çocuklar nerede ?
Notunuza bakılırsa büyüdüler, mutlu oldular ve öldüler
Ne???
Bin yıl uyumuşsunuz
Uyandırmamış..
Uykunuz da biraz ağırmış hani
Buna inanabiliyor musunNNNN uyandırmamış….
Öyle yazmışsınız….
Evet ama
Evet ama ne? öyle yazılır ama öyle okunup anlaşılmaz mı? Ah siz eski sürümler yazıyı ne kadar da hafife aldınız..sizden bir yaşayanla konuşabilmek müthiş bişey…gezegen 19 haberlerine çıkmadan siz bikaç soru sorsam.
Gezegen 19 mu??
Evet ana haber..
Değişmeyeceğini biliyordum…olaylar,ölüler,alaylar,reklamlar…iç karartan gelişmeler,bir model poposuyla renklenmeye muhtaç hayatlar…bla bla
Aslında biz olay yeri simülasyonu kullanıyoruz oldukça heyecanlı olduğunu söyleyebilirim..neredeyse soluksuz izlenen bir sunum. Ekonomi haberlerini de aynı anda işleyen bahis sayaçlarıyla renklendiriyoruz…?
Bahis sayacı?
Evet aslına bakılırsa günlük tahminlerle ilgili küçük bir yarış
Milli piyango gibi mi?
Milli? Ne
Piyango?
Hiç duymadım.
Tanrım çocuklarım nerede benim? Kocam nerede? Ne kötü bir şaka bu
Şaka mı? Hiç sanmıyorum…büyükannem fazla uyumanın insan hayatında olumsuz sonuçlar doğurabileceğini söylemişti?
Olumsuz sonuç mu? Peki tamam….derin nefes alııp vericem, inanılmaz sakinim dur bakiim sen çocukların servis şoförü falan mısın? Başın cidden dertte bir ebeveynlle böyle dde dalga geçilmez ki…
Ah siz kadınlar hem 1000 yıl horul horul uyuyun uyanır uyanmaz da tüm yaşamınızın kusurlarını bir erkeğe fatura edin oh ne iyi..
Çok saçma.1000 yıl uyuyamayız ki
Neden olmasın? Zamanda boşluklar vardır hanımefendi…sizin için tekrarı oluşturan zaman aslında nano boşluklara sahiptir…ve o boşluklardan boyutlar arası geçiş mümkündür.
Ama nasıl
Bu iş için hazırlanmış gök-edim-zaman atlasları var…çocuklar bile biliyor bunu…ama sizin sürüm yerkürede affrikayı bile göstermekte zorluk çekiyordu.
Tek “f” ile
Ne?
Afrika, tek f ile
Ha. Tamam ve bu afrikayı bile gösteremediğiniz gerçeğini değiştirmez.
Peki ben nasıl buradayım o halde..
İyi dilek.
İyi dilek mi?
Hiç duymamış olamazsınız…noel baba-, peri anne, iyi yıllar vs gibi şeyler.
Yani?
Kocanız diyorum. Çok çekmiş olmalı
Ne?
Üzgünüm.
Yani siz onun mu bunu dilediğini söylüyorsunuz?
Başkası da olabilir tabi ama kombinasyon sayacı kocanızı işaret ediyor..büyük olasılıkla yani..
Buna inanamıyorum
Buna o da inanamıştır..hahaahahaa
Neresi komik bunun söyler misin?
Yani bir parça tavukla ömrünün sonuna dek sizi beklememiştir di mi. Hadi ama…
Tavuk..şey..büyüktü…
Saçma…
….
….
Ne olacak peki
Ne ne olacak?
Ne yapacağım yani?
Hımm organik tarım işletmelerinin üç yaşamlı formlarının tanıtımı öğleden sonra saat 2de, tenyly kubric’in portakalın manuel hali filminin galas..
Otomatik portakal ve stanley kubrick olmasın o
Yo yo hayır bu bizim de eleştirdiğimiz bir konu ancak yönetmen taklitin asılları yaşattığı gibi kesinlikle çağdışı bir fikri benimsiyor..ki bakılırsa haksız da sayılmaz fakat kişi kendi özgünlüğünü bir başkası için nasıl feda edebilir bunu anlamak çok zor. izlemeyebilirsiniz…devam edelim uykunun spiral serisi konulu digital sergi saat 19.da sezen aksu sanat galerisinde…
Tanrım sezen aksu…
Hadi ama ağlamayın. İsterseniz önce nano boşluklar yüzünden sizin gibi boyut değiştirmiş yabancılar için faaliyet gösteren gezegen simülerehabilitasyon merkezine gider sonra gök-edim-zaman atlasları yardımıyla kendinize burada kalmak istemezseniz gidecek daha iyi yerler bulursunuz..hı???lütfen ağlamayın….ve alice misali gözyaşlarından bir denizle gezegenler arası dip akıntıda seyahat için…uyuyun..uyuyun…güzel uyuyun…
Bir dilek tut; gezegene iyi yıllar dile:)
lapa lapa karların çam ağaçlarını heykellere, insanları kardanadam ve
kardankadınlara dönüştürdüğü, gecenin sonunda sokaktaki kedilerin de
mutlaka sıcacık bir kase süt bulduğu, çocukların uykusunda tazelenen bir
düşte tüm gezegenin yeni yılı kutlu olsun, afrika dahil:)
marsseh: her yılın son gününde bir kardanadam resmi çizme geleneğimin üçüncü yılındayım, bu yılkini yarın çizeceğim seneye de onunla gülümserim, yeni yılınız kutlu ilk hediyem GökyüzüM'e olsun:) sevgiyle....
ÜVERCİNKA
Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden
En uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu kesmemeye
Laleli´den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız
Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez
Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma
Yatakta yatmayı bildiğin kadar
Sayın Tanrıya kalsa seninle yatmak günah daha neler
Boşunaymış gibi bunca uzaması saçlarının
Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde
Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor
Bütün kara parçaları için
Afrika dahil
Senin bir havan var beni asıl saran o
Onunla daha bir değere biniyor soluk almak
Sabahları acıktığı için haklı
Gününü kazanıp kurtardı diye güzel
Bir çok çiçek adları gibi güzel
En tanınmış kırmızılarla açan
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Birlikte mısralar düşürüyoruz ama iyi ama kötü
Boynun diyorum boynunu benim kadar kimse değerlendiremez
Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek
İki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar
Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar
Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna diziyorlar
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Burda senin cesaretinden laf açmanın tam da sırası
Kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırkenki
Padişah gibi cesaretti o alımlı değme kadında yok
Aklıma kadeh tutuşların geliyor
Çiçek Pasajı´nda akşam üstleri
Asıl yoksulluk ondan sonra başlıyor
Bütün kara parçalarında
Afrika hariç değil
cemal süreyya
marsseh: her yılın son gününde bir kardanadam resmi çizme geleneğimin üçüncü yılındayım, bu yılkini yarın çizeceğim seneye de onunla gülümserim, yeni yılınız kutlu ilk hediyem GökyüzüM'e olsun:) sevgiyle....
ÜVERCİNKA
Böylece bir kere daha boynunlayız sayılı yerlerinden
En uzun boynun bu senin dayanmaya ya da umudu kesmemeye
Laleli´den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız
Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun
Ama nasıl oluyor sen yüreğimi eller ellemez
Sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Aydınca düşünmeyi iyi biliyorsun eksik olma
Yatakta yatmayı bildiğin kadar
Sayın Tanrıya kalsa seninle yatmak günah daha neler
Boşunaymış gibi bunca uzaması saçlarının
Ben böyle canlı saç görmedim ömrümde
Her telinin içinde ayrı bir kalp çarpıyor
Bütün kara parçaları için
Afrika dahil
Senin bir havan var beni asıl saran o
Onunla daha bir değere biniyor soluk almak
Sabahları acıktığı için haklı
Gününü kazanıp kurtardı diye güzel
Bir çok çiçek adları gibi güzel
En tanınmış kırmızılarla açan
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Birlikte mısralar düşürüyoruz ama iyi ama kötü
Boynun diyorum boynunu benim kadar kimse değerlendiremez
Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek
İki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar
Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar
Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna diziyorlar
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil
Burda senin cesaretinden laf açmanın tam da sırası
Kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırkenki
Padişah gibi cesaretti o alımlı değme kadında yok
Aklıma kadeh tutuşların geliyor
Çiçek Pasajı´nda akşam üstleri
Asıl yoksulluk ondan sonra başlıyor
Bütün kara parçalarında
Afrika hariç değil
cemal süreyya
Aziz Kırılış/I-KaÇ Aziz kAç
Zihne bir el yardımıyla yapılan müdahale. 48 saat. Sonra korkmanız
yersiz. Sonra siz eve gidip uyusanız daha iyi olur. Bize burada çok iyi
bakacaklar. …
Yüzlerce olasılık içinde birinin kararlı seyri ve kontrollü salınımı sonucu şu an yattığım yatak bu yatağın kenarına iliştiği pencere ve pencereden görünen dışarısı ve ismime gelen ilaçlar. İsmime gelen ama içeriye alınamayan bu sebeple yalnız kartlarını gördüğüm çiçekler…
…………falan filan. En kısa zamanda.
…………lütfen iyileş..
…………seni çok seviyoruz..
…………Doğumgünüme yetiş.
………….nikahımızda sizi de aramızda
…………çocuğun sünnetine yetiş…(yok artık)
Aziz lütfen iyileş. Komik. Israrla bunun sizin elinizde olduğunu düşünüp biraz daha gayret. Ha? Diyen insanlar durumun ciddiyetiyle doğru orantılı olarak gizliden gizliye sizi suçlayıp (kendinize iyi bakmadığınızı düşünenler kalabalığı, sigara içtiğiniz için sizi kınayanlar kalabalığı, alkol aldığınızı , spor yapmadığınızı , yüzde bilmem kaç doymuş yağ oranlı margarin kullanmadığınızı, gece geç yattığınızı, tatile az çıktığınızı, yeterince nazik olmadığınızı, konuşmadığınızı, birisine senin için seviniyorum demediğinizi düşünenler kalabalığı) açıktan açığa sorgulayan ve çoğu kez cidden çok sinirlenmenize neden olanlar kalabalığı.
- Ama kaç kez sormuştuk kaç kez söz vermiştin Aziz.
Tamam. Adım Aziz ve bu bir hasta yazısı falan olmayacak. Yani bu bir yazı da olmayacak (çünkü şu an iki elimden biri dirsekten diğeri de bilekten kırık. Sağa ve sola dönebilmek için yardım alıyorum. Boynum destekli yani yazı imkansız. Öte yandan buna yakın bir haldeyken resim yapan Frida’yı düşünecek olursak yeterince azimli olmadığım için kendimi kınamak durumunda kalıyorum ama yine de bu bir yazı olmayacak) Bu halde olması gereken ben değilim ve bu cümlenin Tanrım niye ben cümlesiyle ilgisi yok. Gerçek olan bu. 48 saat bilinç kaybıma ve vücudumda sayısız kırığa neden olan adamların gerçekte bu hale getirmek istediği ben değildim ve eğer buradan yürüyerek, ellerimi kullanarak, boynumu hareket ettirerek vs. çıkmayı başarırsam gerçekte aradıkları sevgili arkadaşımı onlardan önce bulacağım ve beyler pardon, sizi, ama şiddet neyi çözer ki…….
43 yaşında erkek, bilinç kaybı, kırıklar, kırıklar , kırıklar…
birileri bu adamı fena halde kırmış. Kötü şaka kötü mizah (gülen adamlar) Kahve ister misin?
Hikaye
Kahramanlar:
43 yaşında erkek, Aziz
36 yaşında erkek, Arkadaş
Sahne I
Bunları anlatmanız yersiz. Bu hiçbir şeyi değiştirmez. Biraz daha incir rakısı ve sonra kalkıp gitmeler… bu işte. Hepsi ve gerçek olan birazdan gidecek olmanız.
Parmaklarının ucuyla tuttuğu, onu tutarken nefes almayı unuttuğu sepya renkli kağıda dalgın, gözlerini kısarak ve mütebessim bakarken orada olmayacaktım. Bundan kesinlikle emindim ve bu takriben 25dakika demekti..
Bir anlamı olmadığını söylemeyi ve bana siz demeyi kes.
Nasıl isterseniz
Tanrım. Peki. çok az vaktimin olduğu doğru ve bu kısacık zamanı da senin kelime oyunlarınla harcayacak değilim inan bana.
İnanıyorum.
Lütfen biraz daha düşün. Nerede unuttun.
Unuttuğum yeri biliyorum, hatırlıyorum, bunun için düşünmeme gerek yok.
Eeeeeeee
Size söylemek istemiyorum.
Çok güzel. Başa dönüyoruz.
En sevdiğim şey.
Bana bunu neden yapıyorsun.
Size hiçbir şey yapmamak konusunda kesin bir söz verdim.
Kime.
Önemli değil. Ayrıca tanımazsınız.
Aziz
…….
Aziz, hadi ama, senin bir işine yaramaz ki, üstelik latince’nin ne olduğunu bile bilmezsin sen.
Doğru.
O zaman…?
Ama varlığını bilmek, resimlerine bakmak hoşuma gidiyor.
Yine var olacak..
Ama size vermem gerekecek onu.
Ne zararı var. Ben senin…..
Lütfen şişeyi uzatır mısınız?
Azizcim bak insanlara söz verdim.
Aziz—cimmm
Of ya of
Size de iyi günler .
Hala vaktim var.
(saate bakarak) doğru. 12dak
Hayır anlamıyorum niye bu inat.
Anlamıyorsunuz.
Ya ne işine yarayacak senin.
Ne kadar faydacısınız.
Kusura bakma faydalı olan eğer 48saat içinde adamlara istediklerini götürmezsem yüzecekleri benim derim. Evet. Faydalı olan bu.
İş o kadar ciddi diyorsunuz yani.
Ya aziz şaka yapmıyorum. Lütfen…
Düşünmeliyim.
Unutmadım demiştin.
Söyleyip söylememek istediğimi.
Harika.
Bugün olmaz ama
Tamam . yarın?
Belki.
Tamam canım. Yarın yine burada ne dersin?
Tamam canım.yarın yine burada..
Sanırım artık gitmeliyim.
Evet.
Lütfen canım. Lütfen.
Size de iyi günler….
Sahne II
Tamam canım. Yarın yine burada. Demiş olmasına karşın 36 yaşında erkek, arkadaş kalkar taş meyhaneden çıkar saatine bakıp ileride ağaçların oradaki 4 kişiye miyop gözlerini kısarak eliyle 5 dakika işareti yapar. Sonra o dört kişi meyhaneye girer Aziz’i tanıyor olmaları ilginçtir. Masaya otururlar. Bak güzelim sen bizi daha fazla uğraştırmayacaksın emaneti vereceksin biz güzel güzel gideceğiz bir de kavun söyleyeceğiz sana sen de güzel güzel rakını içececeksin.
-meyve rakısı içiyorum zaten.
- hı??
- İncir rakısı diyorum. Yanında bir de meyve abeste iştigal olur.
-abi bu adam deliye yatıp uyutacak bizi.
Arkadaştan 5 dakika sonra içeriye giren 4 kişi Aziz’i hayatında daha önce deneyimlemediği, görsel hafızasında bile kaydı bulunmayan bir şiddetle fena halde incitir.
AZİZ : 43 yaşında, erkek, bir devlet dairesinden malulen emekli (emekli olduğuna göre söylemekte mahsur olmayacaktır sanıyoruz, tapu kadastro!) Aslına bakılırsa tapu kadastrodan malulen emekli tek insan olduğunu düşünüyoruz biz. Sözcükleri, kitap sahaflarını, balık pazarını bir de incir rakısını pek sever.
Nasıl yani? Bu kadar mı?
Ne, bu kadar mı?
Sevdiği şeyler toplamı?
Böyle bir toplam olduğunu kim söyledi sana.
Ne bileyim insan yine de ulvi amaçlar falan yakıştırıyor insana, büyük hisler, bağlılıklar..
Balık pazarına ve sahafa sürekli gider ama
Neyse ya neyse
Bence de neyse
Kahraman mı?
Nasıl yani?
Hikayenin kahramanı mı olacak?
Kahraman nitelikte olduğu pek söylenemez ama çalışıyoruz.
Anlıyorum
Eminim
….
Devam edelim.
Arkadaşının kendisine ait olmayan, hiç olmamış ve aziz’in tutumuna bakılacak olursa hiçbir zaman ait olamayacak bir şeyi kendisininmiş gibi satması ve elde ettiği kazancın mutluluğunu ticaret yaptığı adamların hiddetinin bölmesi üzerine gerçekle yüzleşmesi zavallı aziz’in hastane sahnesine taşınmasına neden olur.
Zavallı mı? Bu da ne demek?
Yani hiçbir şeyden haberi olmayan.
Habersiz yani.
Yani kaçamayacak şekilde sıkıştırılan, çaresi olmayan.
Çaresiz?
Tamam düzeltelim.
……. Durumdan habersiz aziz’in hastane sahnesine taşınmasına neden olur.
Kavgadan dakikalar önce aziz’in elinde tuttuğu kağıt Dioskorides’in Materia Medica’sının bir kopyası olduğu düşünülen yazmaya ait bir sayfadır. Eserin maddi değeri simsarların iştahını kabartırken azizin ölümüne dayak yemesine neden olansa esere gizlendiği varsayılan ölümsüzlük formülü, bitkisi, karmasıdır. Öte yandan sahafın ölümünün ardından siyah bir cilt bezine sarılmış olarak aziz’in sipariş ettiği kitapların arasına karışmış aziz’in kesinlikle sipariş etmediği fakat artık çok sevdiği bu yazma içinde ölümsüzlüğün sırrını saklar mı bilinmez ama aziz’e çok dert açacak gibi görünmektedir…biraz dinlenmeli, kemikleri iyileşmeli, yazı yazabilmeli ve sahafa tekrar dönmeli…geçmiş olsun. Geçmiş olsun.
-devam edecek:)
Yüzlerce olasılık içinde birinin kararlı seyri ve kontrollü salınımı sonucu şu an yattığım yatak bu yatağın kenarına iliştiği pencere ve pencereden görünen dışarısı ve ismime gelen ilaçlar. İsmime gelen ama içeriye alınamayan bu sebeple yalnız kartlarını gördüğüm çiçekler…
…………falan filan. En kısa zamanda.
…………lütfen iyileş..
…………seni çok seviyoruz..
…………Doğumgünüme yetiş.
………….nikahımızda sizi de aramızda
…………çocuğun sünnetine yetiş…(yok artık)
Aziz lütfen iyileş. Komik. Israrla bunun sizin elinizde olduğunu düşünüp biraz daha gayret. Ha? Diyen insanlar durumun ciddiyetiyle doğru orantılı olarak gizliden gizliye sizi suçlayıp (kendinize iyi bakmadığınızı düşünenler kalabalığı, sigara içtiğiniz için sizi kınayanlar kalabalığı, alkol aldığınızı , spor yapmadığınızı , yüzde bilmem kaç doymuş yağ oranlı margarin kullanmadığınızı, gece geç yattığınızı, tatile az çıktığınızı, yeterince nazik olmadığınızı, konuşmadığınızı, birisine senin için seviniyorum demediğinizi düşünenler kalabalığı) açıktan açığa sorgulayan ve çoğu kez cidden çok sinirlenmenize neden olanlar kalabalığı.
- Ama kaç kez sormuştuk kaç kez söz vermiştin Aziz.
Tamam. Adım Aziz ve bu bir hasta yazısı falan olmayacak. Yani bu bir yazı da olmayacak (çünkü şu an iki elimden biri dirsekten diğeri de bilekten kırık. Sağa ve sola dönebilmek için yardım alıyorum. Boynum destekli yani yazı imkansız. Öte yandan buna yakın bir haldeyken resim yapan Frida’yı düşünecek olursak yeterince azimli olmadığım için kendimi kınamak durumunda kalıyorum ama yine de bu bir yazı olmayacak) Bu halde olması gereken ben değilim ve bu cümlenin Tanrım niye ben cümlesiyle ilgisi yok. Gerçek olan bu. 48 saat bilinç kaybıma ve vücudumda sayısız kırığa neden olan adamların gerçekte bu hale getirmek istediği ben değildim ve eğer buradan yürüyerek, ellerimi kullanarak, boynumu hareket ettirerek vs. çıkmayı başarırsam gerçekte aradıkları sevgili arkadaşımı onlardan önce bulacağım ve beyler pardon, sizi, ama şiddet neyi çözer ki…….
43 yaşında erkek, bilinç kaybı, kırıklar, kırıklar , kırıklar…
birileri bu adamı fena halde kırmış. Kötü şaka kötü mizah (gülen adamlar) Kahve ister misin?
Hikaye
Kahramanlar:
43 yaşında erkek, Aziz
36 yaşında erkek, Arkadaş
Sahne I
Bunları anlatmanız yersiz. Bu hiçbir şeyi değiştirmez. Biraz daha incir rakısı ve sonra kalkıp gitmeler… bu işte. Hepsi ve gerçek olan birazdan gidecek olmanız.
Parmaklarının ucuyla tuttuğu, onu tutarken nefes almayı unuttuğu sepya renkli kağıda dalgın, gözlerini kısarak ve mütebessim bakarken orada olmayacaktım. Bundan kesinlikle emindim ve bu takriben 25dakika demekti..
Bir anlamı olmadığını söylemeyi ve bana siz demeyi kes.
Nasıl isterseniz
Tanrım. Peki. çok az vaktimin olduğu doğru ve bu kısacık zamanı da senin kelime oyunlarınla harcayacak değilim inan bana.
İnanıyorum.
Lütfen biraz daha düşün. Nerede unuttun.
Unuttuğum yeri biliyorum, hatırlıyorum, bunun için düşünmeme gerek yok.
Eeeeeeee
Size söylemek istemiyorum.
Çok güzel. Başa dönüyoruz.
En sevdiğim şey.
Bana bunu neden yapıyorsun.
Size hiçbir şey yapmamak konusunda kesin bir söz verdim.
Kime.
Önemli değil. Ayrıca tanımazsınız.
Aziz
…….
Aziz, hadi ama, senin bir işine yaramaz ki, üstelik latince’nin ne olduğunu bile bilmezsin sen.
Doğru.
O zaman…?
Ama varlığını bilmek, resimlerine bakmak hoşuma gidiyor.
Yine var olacak..
Ama size vermem gerekecek onu.
Ne zararı var. Ben senin…..
Lütfen şişeyi uzatır mısınız?
Azizcim bak insanlara söz verdim.
Aziz—cimmm
Of ya of
Size de iyi günler .
Hala vaktim var.
(saate bakarak) doğru. 12dak
Hayır anlamıyorum niye bu inat.
Anlamıyorsunuz.
Ya ne işine yarayacak senin.
Ne kadar faydacısınız.
Kusura bakma faydalı olan eğer 48saat içinde adamlara istediklerini götürmezsem yüzecekleri benim derim. Evet. Faydalı olan bu.
İş o kadar ciddi diyorsunuz yani.
Ya aziz şaka yapmıyorum. Lütfen…
Düşünmeliyim.
Unutmadım demiştin.
Söyleyip söylememek istediğimi.
Harika.
Bugün olmaz ama
Tamam . yarın?
Belki.
Tamam canım. Yarın yine burada ne dersin?
Tamam canım.yarın yine burada..
Sanırım artık gitmeliyim.
Evet.
Lütfen canım. Lütfen.
Size de iyi günler….
Sahne II
Tamam canım. Yarın yine burada. Demiş olmasına karşın 36 yaşında erkek, arkadaş kalkar taş meyhaneden çıkar saatine bakıp ileride ağaçların oradaki 4 kişiye miyop gözlerini kısarak eliyle 5 dakika işareti yapar. Sonra o dört kişi meyhaneye girer Aziz’i tanıyor olmaları ilginçtir. Masaya otururlar. Bak güzelim sen bizi daha fazla uğraştırmayacaksın emaneti vereceksin biz güzel güzel gideceğiz bir de kavun söyleyeceğiz sana sen de güzel güzel rakını içececeksin.
-meyve rakısı içiyorum zaten.
- hı??
- İncir rakısı diyorum. Yanında bir de meyve abeste iştigal olur.
-abi bu adam deliye yatıp uyutacak bizi.
Arkadaştan 5 dakika sonra içeriye giren 4 kişi Aziz’i hayatında daha önce deneyimlemediği, görsel hafızasında bile kaydı bulunmayan bir şiddetle fena halde incitir.
AZİZ : 43 yaşında, erkek, bir devlet dairesinden malulen emekli (emekli olduğuna göre söylemekte mahsur olmayacaktır sanıyoruz, tapu kadastro!) Aslına bakılırsa tapu kadastrodan malulen emekli tek insan olduğunu düşünüyoruz biz. Sözcükleri, kitap sahaflarını, balık pazarını bir de incir rakısını pek sever.
Nasıl yani? Bu kadar mı?
Ne, bu kadar mı?
Sevdiği şeyler toplamı?
Böyle bir toplam olduğunu kim söyledi sana.
Ne bileyim insan yine de ulvi amaçlar falan yakıştırıyor insana, büyük hisler, bağlılıklar..
Balık pazarına ve sahafa sürekli gider ama
Neyse ya neyse
Bence de neyse
Kahraman mı?
Nasıl yani?
Hikayenin kahramanı mı olacak?
Kahraman nitelikte olduğu pek söylenemez ama çalışıyoruz.
Anlıyorum
Eminim
….
Devam edelim.
Arkadaşının kendisine ait olmayan, hiç olmamış ve aziz’in tutumuna bakılacak olursa hiçbir zaman ait olamayacak bir şeyi kendisininmiş gibi satması ve elde ettiği kazancın mutluluğunu ticaret yaptığı adamların hiddetinin bölmesi üzerine gerçekle yüzleşmesi zavallı aziz’in hastane sahnesine taşınmasına neden olur.
Zavallı mı? Bu da ne demek?
Yani hiçbir şeyden haberi olmayan.
Habersiz yani.
Yani kaçamayacak şekilde sıkıştırılan, çaresi olmayan.
Çaresiz?
Tamam düzeltelim.
……. Durumdan habersiz aziz’in hastane sahnesine taşınmasına neden olur.
Kavgadan dakikalar önce aziz’in elinde tuttuğu kağıt Dioskorides’in Materia Medica’sının bir kopyası olduğu düşünülen yazmaya ait bir sayfadır. Eserin maddi değeri simsarların iştahını kabartırken azizin ölümüne dayak yemesine neden olansa esere gizlendiği varsayılan ölümsüzlük formülü, bitkisi, karmasıdır. Öte yandan sahafın ölümünün ardından siyah bir cilt bezine sarılmış olarak aziz’in sipariş ettiği kitapların arasına karışmış aziz’in kesinlikle sipariş etmediği fakat artık çok sevdiği bu yazma içinde ölümsüzlüğün sırrını saklar mı bilinmez ama aziz’e çok dert açacak gibi görünmektedir…biraz dinlenmeli, kemikleri iyileşmeli, yazı yazabilmeli ve sahafa tekrar dönmeli…geçmiş olsun. Geçmiş olsun.
-devam edecek:)
Külkedisi
Benden bu balkabağına binmemi isteyip sizin de eskiden bir fare
olduğunuzu söylemeyeceksiniz sanırım…? Söylemeyeceksiniz değil
mi?...?...durun tahmin edeyim…bir de ayakkabımı kaybedeceğim değil mi???
Of ya of.. peki. Ama şunu bilmelisiniz söylediğiniz bu saçmalıkları
çocuklar uyusun diye kabul ediyorum. Ve gece 24’ten sonra massive attack
dinler paşa paşa iki sokak ötedeki taxi durağına giderim ve siz de
gerçekten ortadan kaybolursunuz. Tamam?
-24’ten sonra diye bir şey yok küçük hanım..bu kapalı bir zaman eğrisi. Yani masallar…24’e kadar diyorsa 24’e kadardır.Yani öyle yazılmıştır. Siz hiç “.. ve kül kedisi sabahın 03’ünde taxi durağına ilerler…diyen bir masal duydunuz mu…çok saçma !
—sanırım anlatamadım. Bakın bi kez daha deneyeceğim. Birincisi burada ne işim olduğuna dair hakikaten bir fikrim yok. ikincisi masalınızla ilgilenmiyorum ve hakikaten gitmem gereken başka bir yer var ama yine de başta da dediğim gibi sizinle alakası yok ama çocuklar uyusun diye yani uyuyuncaya kadar..bakın bunu anlıyorsunuz değil mi? ÇO-CUK-LAR U-YU-YUN-CA-YA KA-DAR…!!! Sonra adios, Buenos noches…
-kabul ediyorum…böyle bir yaşantı bir prenses için bile sıkıcı olabilir. Üstelik masalınız “…….ve kül kedisi sabahın 03’ünde taxi durağına ilerler…” diye devam etmediği gibi….kesin ve net bir mutluluk cümlesiyle bitecek kadar sıkıcı ve gizemsizdir… “ve evlenir...mutlu olurlar…kül kedisi o ülkenin prensesi olur vs..vs..”
-ya ne saçmalıyorsunuz ya….bakın…halihazırda bir işim, sürdürmekte ve sürdürecek olduğum bi akademik kariyerim, daha önce verilmiş bir sözüm, deri çizmelerim var…şimdi siz benden bu halimle 24’e kadar, ve mütemadiyen cam ayakkabılarla ve kendi seçimini yıllarca yapamamış babasının yardımı olmaksızın eş seçemeyen sizin prens dediğiniz bir yarım akılı için “bu kapalı eğri-zamanınızda” kalmamı ve metrelerce kumaşların içinde ve renklerin ve kokuların…aptallığını gizlemeye çalışan diğer kadınların arasında balo salonundan süzülerek geçmemi bekliyorsunuz doğru anlamış mıyım?
-ııııı…buna yakın bişeyler….
-telefon etmek istiyorum.
-arayabileceğiniz kimse yok…üvey anneniz ve tabi üvey kız kardeşleriniz dışında..ha bir de neredeyse unutuyordum peri anneniz var…e o da telefon kullanmıyor sanırım.. bir zahmet biraz telepatik yollar deneyin küçük hanım…..
-tanrım çıldıracağım…nefes…alıyoruz..1…..nefes…doğru nefes tekniklerinin öfke kontrolüne yardımcı olacağı bilgisi…………………….hayır ya.hayır dayanamayacağım….bakın benim zaten bir annem var! ve benim annem bunu anlayabiliyor musunuz. Ve bir kız kardeşim….üstelik şişko ve çirkin değil…ya…tanrım…peki şöyle yapsak..ben arkadaşlarımı bir arasam..hani belki böyle bir masalı devam ettirmek isteyen falan olur içlerinde…çağırırız gelirler.. bir bakarsınız…zorla değil ya..allahın emri peygamberin….prensle…of ya…
-hep böyle misiniz….bir prenses için biraz fazla agresif ve düşünceli…zamanla geçer herhalde….
—Zamanla derken?
-yani olaya bir de güzel yanından bakın…mesela hiç yaşlanmayacaksınız ve mutluluğu sonuyla sabitlenerek garanti altın alınmış bir evliliğiniz-hayatınız-masalınız olacak. Hı? Hep de olumsuz düşünülmez ki….
-Tanrım annemi istiyorum….
—evet, bak alışıyorsunuz… Biraz daha dileyin. Mutlaka gelecek peri anneniz… Azıcık da şu ocağın önünde küllerle poz verin. olacak işte. gerisi zaten akar gider.. balo..dans.ayakkabı.falan.üzülmeyin…ay bu kadar ayak diretenini de hiç görmedim…
—Çocuklar kaçta uyur?
-değişir…ama normalde 21:45te falan dişlerini fırçalayıp yataklarında olurlar…15-20dakika da masal sürer….onların soruları falan….nie prenses kaçtı? Prens ayakkabıyı kendi mi götürüyor......hımm….. bi bakalım….. 22:15te falan biter bu iş….
-hıh.işte ben de onu diyorum…..22:15’ten sonra ben de giderim….masal da biter..hı?
-olur mu öyle şey ya…. ya çocuklar bir daha dinlemek isterse masalı. “üzgünüz aradığınız prensese şu an ulaşılamıyor mu” diyeceğiz…öte yandan hala anlamıyorsunuz…dünyanın her yerinde farklı zaman dilimlerinde var olabilmeniz için sizi bu kapalı zaman eğrisine hapsettiler…saat farkı olan masal diye bir şey var mı. Tabi ki. Yok.
-her şeyi biliyorsunuz…peki lanet olası bu eğriden nasıl çıkacağım….
-………..
-……..ne!!
-peri anneyi bi deneyin..çok zor ama…
……………………………..
Bakın beyefendi kızınız masalı doğru ve olması gerektiği gibi tamamlamıyor..üstelik saçma sapan bir son yazıyor masala… “ve kül kedisi sabahın 03’ünde taxi durağına ilerler…” bir de teşekkürler peri anne teşekkürler peri anne diye gülümseyerek dolaşıyor koridorlarda….bazı arkadaşlarına büyümek ne kadar zaman alır…diye sormuş…..sanırım yardıma ihtiyacınız var beyefendi….ayrıca kızınız bu haliyle diğer kızlara kötü örnek oluyor…hatta genel olarak arkadaşlarına dememiz daha doğru olacak sanırım çünkü; onun bu davranışları etrafındaki erkek arkadaşlarının da özgüvenini zedeliyor…evlenip mutlu yuvalar kuracak bu çocuklar…yani böyle olmalı…biz bu dileğin koruyucusu olmalıyız bu çatı altında…tanrım..deri çizmeler diyor ya…….
-24’ten sonra diye bir şey yok küçük hanım..bu kapalı bir zaman eğrisi. Yani masallar…24’e kadar diyorsa 24’e kadardır.Yani öyle yazılmıştır. Siz hiç “.. ve kül kedisi sabahın 03’ünde taxi durağına ilerler…diyen bir masal duydunuz mu…çok saçma !
—sanırım anlatamadım. Bakın bi kez daha deneyeceğim. Birincisi burada ne işim olduğuna dair hakikaten bir fikrim yok. ikincisi masalınızla ilgilenmiyorum ve hakikaten gitmem gereken başka bir yer var ama yine de başta da dediğim gibi sizinle alakası yok ama çocuklar uyusun diye yani uyuyuncaya kadar..bakın bunu anlıyorsunuz değil mi? ÇO-CUK-LAR U-YU-YUN-CA-YA KA-DAR…!!! Sonra adios, Buenos noches…
-kabul ediyorum…böyle bir yaşantı bir prenses için bile sıkıcı olabilir. Üstelik masalınız “…….ve kül kedisi sabahın 03’ünde taxi durağına ilerler…” diye devam etmediği gibi….kesin ve net bir mutluluk cümlesiyle bitecek kadar sıkıcı ve gizemsizdir… “ve evlenir...mutlu olurlar…kül kedisi o ülkenin prensesi olur vs..vs..”
-ya ne saçmalıyorsunuz ya….bakın…halihazırda bir işim, sürdürmekte ve sürdürecek olduğum bi akademik kariyerim, daha önce verilmiş bir sözüm, deri çizmelerim var…şimdi siz benden bu halimle 24’e kadar, ve mütemadiyen cam ayakkabılarla ve kendi seçimini yıllarca yapamamış babasının yardımı olmaksızın eş seçemeyen sizin prens dediğiniz bir yarım akılı için “bu kapalı eğri-zamanınızda” kalmamı ve metrelerce kumaşların içinde ve renklerin ve kokuların…aptallığını gizlemeye çalışan diğer kadınların arasında balo salonundan süzülerek geçmemi bekliyorsunuz doğru anlamış mıyım?
-ııııı…buna yakın bişeyler….
-telefon etmek istiyorum.
-arayabileceğiniz kimse yok…üvey anneniz ve tabi üvey kız kardeşleriniz dışında..ha bir de neredeyse unutuyordum peri anneniz var…e o da telefon kullanmıyor sanırım.. bir zahmet biraz telepatik yollar deneyin küçük hanım…..
-tanrım çıldıracağım…nefes…alıyoruz..1…..nefes…doğru nefes tekniklerinin öfke kontrolüne yardımcı olacağı bilgisi…………………….hayır ya.hayır dayanamayacağım….bakın benim zaten bir annem var! ve benim annem bunu anlayabiliyor musunuz. Ve bir kız kardeşim….üstelik şişko ve çirkin değil…ya…tanrım…peki şöyle yapsak..ben arkadaşlarımı bir arasam..hani belki böyle bir masalı devam ettirmek isteyen falan olur içlerinde…çağırırız gelirler.. bir bakarsınız…zorla değil ya..allahın emri peygamberin….prensle…of ya…
-hep böyle misiniz….bir prenses için biraz fazla agresif ve düşünceli…zamanla geçer herhalde….
—Zamanla derken?
-yani olaya bir de güzel yanından bakın…mesela hiç yaşlanmayacaksınız ve mutluluğu sonuyla sabitlenerek garanti altın alınmış bir evliliğiniz-hayatınız-masalınız olacak. Hı? Hep de olumsuz düşünülmez ki….
-Tanrım annemi istiyorum….
—evet, bak alışıyorsunuz… Biraz daha dileyin. Mutlaka gelecek peri anneniz… Azıcık da şu ocağın önünde küllerle poz verin. olacak işte. gerisi zaten akar gider.. balo..dans.ayakkabı.falan.üzülmeyin…ay bu kadar ayak diretenini de hiç görmedim…
—Çocuklar kaçta uyur?
-değişir…ama normalde 21:45te falan dişlerini fırçalayıp yataklarında olurlar…15-20dakika da masal sürer….onların soruları falan….nie prenses kaçtı? Prens ayakkabıyı kendi mi götürüyor......hımm….. bi bakalım….. 22:15te falan biter bu iş….
-hıh.işte ben de onu diyorum…..22:15’ten sonra ben de giderim….masal da biter..hı?
-olur mu öyle şey ya…. ya çocuklar bir daha dinlemek isterse masalı. “üzgünüz aradığınız prensese şu an ulaşılamıyor mu” diyeceğiz…öte yandan hala anlamıyorsunuz…dünyanın her yerinde farklı zaman dilimlerinde var olabilmeniz için sizi bu kapalı zaman eğrisine hapsettiler…saat farkı olan masal diye bir şey var mı. Tabi ki. Yok.
-her şeyi biliyorsunuz…peki lanet olası bu eğriden nasıl çıkacağım….
-………..
-……..ne!!
-peri anneyi bi deneyin..çok zor ama…
……………………………..
Bakın beyefendi kızınız masalı doğru ve olması gerektiği gibi tamamlamıyor..üstelik saçma sapan bir son yazıyor masala… “ve kül kedisi sabahın 03’ünde taxi durağına ilerler…” bir de teşekkürler peri anne teşekkürler peri anne diye gülümseyerek dolaşıyor koridorlarda….bazı arkadaşlarına büyümek ne kadar zaman alır…diye sormuş…..sanırım yardıma ihtiyacınız var beyefendi….ayrıca kızınız bu haliyle diğer kızlara kötü örnek oluyor…hatta genel olarak arkadaşlarına dememiz daha doğru olacak sanırım çünkü; onun bu davranışları etrafındaki erkek arkadaşlarının da özgüvenini zedeliyor…evlenip mutlu yuvalar kuracak bu çocuklar…yani böyle olmalı…biz bu dileğin koruyucusu olmalıyız bu çatı altında…tanrım..deri çizmeler diyor ya…….
Sümbülteber/ I
…Size sümbül teber demeden önceydi işte…tutuyordum salıncağın iplerini….sıkı çok sıkı. Düşmemek için…..
İsminiz Sümbül Teber çiçekli fincanları ve pencereden bakmaları seversiniz. Ben sıkılırım günden güne varlığımdan… yeni oyunlar ararım…sizi bulur gözlerinize bakar ve hiç soru sormam kendime…bu ortalama üç dakika kadar sürer sonra siz “başka bir şey var mıydı” diye sorarsınız ben hayır anlamında başımı iki yana sallar gözlerimi kısarak gülümserim sıradaki alışveriş sepetini boşaltmaya başlar…ben çıkarım dükkandan..ilerlerim.ilerlerim…ilerlerim...
- sanrılarına gerçek muamelesi yapan insanlar biliyorum ve aslına bakılırsa senden daha kabul edilebilir buluyorum onları…lanet olsun git konuş, ismini öğren, ona sümbül teber demeyi kes. Nasıl bir insansın sen –gitmeliyim sümbül teber’i görmem gerek. Koridorda ayakkabılarının çıkardığı sesler bir süre… sonra kapanan kapı usulca.. bahçe kapısı...paltonun kaldırılan yakası… sanki Dante’nin Beatrice’i….
- Gitmeliyim, sümbül teber’i görmem gerek..
- …………..
7yıl önce taşındım bu sokağa... bu ağaçlar benden önce de buradaydı. Bu insanların bir kısmı da. Benden sonra gelenler ve değişenler de oldu. Ben 7yıldır sokağın bu noktasında durur gazetemi alır ayakkabılarımın burnuna falan bakar iyi günler diyerek para üstümü alır fazla konuşmam. Bu beni filmlerdeki gibi gizemli kılmaktan çok rahatsız biri gibi gösterir büfedeki adamın nezdinde..bunu bilirim. Başka….? Bir düşünelim… karşı kaldırıma geçip bir süre ilerleyince (-ki bu 48 adımdır) fırına gelir, içeri girer, gözlerimi raflardaki türlü ekmek üzerinde falan gezdirir aldığım ekmeğin sarılmasını bekler, parasını verir, iyi günler der fazla konuşmam… fırından çıkıp eve doğru yürürken biriyle karşılaşır başımı vakur bir ifadeyle hafif aşağıya sallar iyi günler der fazla konuşmam… eve, işe, kütüphaneye, sinemaya nereye lazımsa oraya giderim. Sorduklarında sorun Sümbül Teber’in varlığında değildir ama bu yokluğundadır anlamına da gelmez derim….
Küçük bir hesapla özetleyecek olursak bundan üç yıl önce yani ben buraya geldikten 4yıl sonra bu sokakta büyük bir markette çalışmaya başladı Sümbül teber. Bir süre (-ki bu 8aydır) çalıştıktan sonra ayrılıp başka bir yere gitti (-ki burası başka bir semtte başka ve daha büyük bir markettir.) bir süre (-ki bu 3aydan 12 gün eksiktir) burada çalıştı.
-taaaaa ………..dan mı geliyorsunuz?
-şeyy evet .
-??
-evet
-hergün?
-hergün sayılmaz
-….
-sorun ne?
Evet lanet olsun benim sorunum ne???…şeyyy sorun yok efendim…pardon..anketimize katılımınız için teşekkür ederiz..iyi günler…..
Lanet olsun….Sümbül Teber bana “efendim” dedikten sonra.yutkun..bir kez daha..nefes al..nefes al….doğru nefes alma tekniklerinin falan filanı…çıkmayan ses….benim bir sorunum olmalı….
-onu azarladığını nereden çıkartıyorsun…cidden endişeleniyorum…
-niye bazı şeyleri doğrudan ve olması gerektiği gibi yapmadığın hakkında en ufak bir fikrim yok ama….
-doğrudan ve olması gerektiği gibi mi? Bana söyler misin doğrudan ve olması gerektiği gibi olan bir şey biliyor musun?
-peki…karışmayacağım.
-…….
-ya sümbülteber ne ya
-bir çiçek
-hadi ya
-nasıl ne?
-ayşe fatma leyla değil de neden?
-bir parfüm özü…bir koku….sen hiç ayşe diye parfüm özü duydun mu?
Peki derler bana..kendine iyi bak…üzülme olur mu…sıkılırsan ara….git onunla konuş…..derler….kendime her zamanki gibi bakarım..üzülmem.sıkılırsam ararım…giderim…..ama konuşamam onunla…notlar alırım..
aralık23.
Bir kokunun atmosferde ve bellekte salınımı eşdeğer olmadığı gibi herhangi bir insanın da “gerçeklik” etkisi ve belki “efekti” bellekte farklıdır….a.ilhan’nın belma sebil’i dante’nin beatrice’i, gökyüzünün güneşi vardır…sıradan bir insan olma hissinden kurtulmanın yegane yolu budur belki…ayakkabılarını boyatmanın ve traş olmanın, saatine bakıp garsona birazdan…birini bekliyorum da demenin…..iki kişi olmanın…fakat iki yanyana gelmiş değil…tam da bir kokunun özüyle anılmanın………
-…….
Kapıya bakılır…beni yalnız bırakmaktan korkar insanlar…
Peki ne istiyorsun?
Hiçbirşey.
PEKİ ONU NEDEN TAKİP EDİYORSUN?
Peki beni neden takip ediyorsun??????
Seni takip etmek mi? saçmalama
Onu takip etmek mi? Saçmalama.
Evet biliyorum..mezuniyet partisinden sonra bir daha seninle görüşmemem gerektiğini…dost olamayacak karakterlerde olduğumuza dair bir internet sitesindeki anketin sonuçlarını dikkate almam gerektiğini…
İnternette anket mi yanıtlıyorsun?
Bazen. ama konumuz bu değil.
Onu takip etmiyorum
Peki ama…tanrım…çok ama çok uzun zaman oldu…nasıl bir ilgi bu?
Bir öyküde sadece dışarı çıkmak için bahane arayan bir kahraman okumuştum…kentin bilmem neresindeki pastaneye ayçöreği almaya gidip, tanımadığı birine bir hayale mektuplar yazıp postaya veren….ve bütün bunları “bahane” olarak açıklayan….
Bize gel... …..sana çay demler..e iyi kızdır yormaz seni…kitabını inceleriz..çocuklarla oynarsın.
Aralık24
Senden güzel bir öyküden başka ne çıkar sümbülteber..
Egzersiz:
Herhangi bir durumun bir macera hissi uyandırması hiç de kolay değildir..yalnız oynuyorsanız gizemi korumanız oyunun heyecanı ve sürekliliği için elzemdir..öte yandan metod kendi kendinize satranç oynadığınız zaman “kazanan” ya da “kaybeden” kim ? sorusuna vereceğiniz cevap kadar sürreeldir… “beyazlar” “siyahlar”
Ajanda:
Yayın eviyle görüş…zaman iste.
Bu ilham perisi saçmalığı da ne?
Daha önce duymadın mı?
Elbette duydum ama akılcı biri olduğunu düşünürdüm?
Aralık25
Ahh. Bir kokunun kimyasından öte, bir varlığın sınanması deneyi bu….
İsminiz Sümbül Teber çiçekli fincanları ve pencereden bakmaları seversiniz. Ben sıkılırım günden güne varlığımdan… yeni oyunlar ararım…sizi bulur gözlerinize bakar ve hiç soru sormam kendime…bu ortalama üç dakika kadar sürer sonra siz “başka bir şey var mıydı” diye sorarsınız ben hayır anlamında başımı iki yana sallar gözlerimi kısarak gülümserim sıradaki alışveriş sepetini boşaltmaya başlar…ben çıkarım dükkandan..ilerlerim.ilerlerim…ilerlerim...
- sanrılarına gerçek muamelesi yapan insanlar biliyorum ve aslına bakılırsa senden daha kabul edilebilir buluyorum onları…lanet olsun git konuş, ismini öğren, ona sümbül teber demeyi kes. Nasıl bir insansın sen –gitmeliyim sümbül teber’i görmem gerek. Koridorda ayakkabılarının çıkardığı sesler bir süre… sonra kapanan kapı usulca.. bahçe kapısı...paltonun kaldırılan yakası… sanki Dante’nin Beatrice’i….
- Gitmeliyim, sümbül teber’i görmem gerek..
- …………..
7yıl önce taşındım bu sokağa... bu ağaçlar benden önce de buradaydı. Bu insanların bir kısmı da. Benden sonra gelenler ve değişenler de oldu. Ben 7yıldır sokağın bu noktasında durur gazetemi alır ayakkabılarımın burnuna falan bakar iyi günler diyerek para üstümü alır fazla konuşmam. Bu beni filmlerdeki gibi gizemli kılmaktan çok rahatsız biri gibi gösterir büfedeki adamın nezdinde..bunu bilirim. Başka….? Bir düşünelim… karşı kaldırıma geçip bir süre ilerleyince (-ki bu 48 adımdır) fırına gelir, içeri girer, gözlerimi raflardaki türlü ekmek üzerinde falan gezdirir aldığım ekmeğin sarılmasını bekler, parasını verir, iyi günler der fazla konuşmam… fırından çıkıp eve doğru yürürken biriyle karşılaşır başımı vakur bir ifadeyle hafif aşağıya sallar iyi günler der fazla konuşmam… eve, işe, kütüphaneye, sinemaya nereye lazımsa oraya giderim. Sorduklarında sorun Sümbül Teber’in varlığında değildir ama bu yokluğundadır anlamına da gelmez derim….
Küçük bir hesapla özetleyecek olursak bundan üç yıl önce yani ben buraya geldikten 4yıl sonra bu sokakta büyük bir markette çalışmaya başladı Sümbül teber. Bir süre (-ki bu 8aydır) çalıştıktan sonra ayrılıp başka bir yere gitti (-ki burası başka bir semtte başka ve daha büyük bir markettir.) bir süre (-ki bu 3aydan 12 gün eksiktir) burada çalıştı.
-taaaaa ………..dan mı geliyorsunuz?
-şeyy evet .
-??
-evet
-hergün?
-hergün sayılmaz
-….
-sorun ne?
Evet lanet olsun benim sorunum ne???…şeyyy sorun yok efendim…pardon..anketimize katılımınız için teşekkür ederiz..iyi günler…..
Lanet olsun….Sümbül Teber bana “efendim” dedikten sonra.yutkun..bir kez daha..nefes al..nefes al….doğru nefes alma tekniklerinin falan filanı…çıkmayan ses….benim bir sorunum olmalı….
-onu azarladığını nereden çıkartıyorsun…cidden endişeleniyorum…
-niye bazı şeyleri doğrudan ve olması gerektiği gibi yapmadığın hakkında en ufak bir fikrim yok ama….
-doğrudan ve olması gerektiği gibi mi? Bana söyler misin doğrudan ve olması gerektiği gibi olan bir şey biliyor musun?
-peki…karışmayacağım.
-…….
-ya sümbülteber ne ya
-bir çiçek
-hadi ya
-nasıl ne?
-ayşe fatma leyla değil de neden?
-bir parfüm özü…bir koku….sen hiç ayşe diye parfüm özü duydun mu?
Peki derler bana..kendine iyi bak…üzülme olur mu…sıkılırsan ara….git onunla konuş…..derler….kendime her zamanki gibi bakarım..üzülmem.sıkılırsam ararım…giderim…..ama konuşamam onunla…notlar alırım..
aralık23.
Bir kokunun atmosferde ve bellekte salınımı eşdeğer olmadığı gibi herhangi bir insanın da “gerçeklik” etkisi ve belki “efekti” bellekte farklıdır….a.ilhan’nın belma sebil’i dante’nin beatrice’i, gökyüzünün güneşi vardır…sıradan bir insan olma hissinden kurtulmanın yegane yolu budur belki…ayakkabılarını boyatmanın ve traş olmanın, saatine bakıp garsona birazdan…birini bekliyorum da demenin…..iki kişi olmanın…fakat iki yanyana gelmiş değil…tam da bir kokunun özüyle anılmanın………
-…….
Kapıya bakılır…beni yalnız bırakmaktan korkar insanlar…
Peki ne istiyorsun?
Hiçbirşey.
PEKİ ONU NEDEN TAKİP EDİYORSUN?
Peki beni neden takip ediyorsun??????
Seni takip etmek mi? saçmalama
Onu takip etmek mi? Saçmalama.
Evet biliyorum..mezuniyet partisinden sonra bir daha seninle görüşmemem gerektiğini…dost olamayacak karakterlerde olduğumuza dair bir internet sitesindeki anketin sonuçlarını dikkate almam gerektiğini…
İnternette anket mi yanıtlıyorsun?
Bazen. ama konumuz bu değil.
Onu takip etmiyorum
Peki ama…tanrım…çok ama çok uzun zaman oldu…nasıl bir ilgi bu?
Bir öyküde sadece dışarı çıkmak için bahane arayan bir kahraman okumuştum…kentin bilmem neresindeki pastaneye ayçöreği almaya gidip, tanımadığı birine bir hayale mektuplar yazıp postaya veren….ve bütün bunları “bahane” olarak açıklayan….
Bize gel... …..sana çay demler..e iyi kızdır yormaz seni…kitabını inceleriz..çocuklarla oynarsın.
Aralık24
Senden güzel bir öyküden başka ne çıkar sümbülteber..
Egzersiz:
Herhangi bir durumun bir macera hissi uyandırması hiç de kolay değildir..yalnız oynuyorsanız gizemi korumanız oyunun heyecanı ve sürekliliği için elzemdir..öte yandan metod kendi kendinize satranç oynadığınız zaman “kazanan” ya da “kaybeden” kim ? sorusuna vereceğiniz cevap kadar sürreeldir… “beyazlar” “siyahlar”
Ajanda:
Yayın eviyle görüş…zaman iste.
Bu ilham perisi saçmalığı da ne?
Daha önce duymadın mı?
Elbette duydum ama akılcı biri olduğunu düşünürdüm?
Aralık25
Ahh. Bir kokunun kimyasından öte, bir varlığın sınanması deneyi bu….
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)